Yıllar önce Pakistan’a üniversite öğrencisi olarak giden Hüseyin Yılmaz, okulu bitince oradaki PakTürk Okulları bünyesinde vazife yapmaya devam eder. 13 sene kaldığı bu ülkeye öyle alışır ki, bir gün ayrılmak aklına bile gelmez. PakTürk Okulları’nın yıldan yıla büyümesine, hizmetlerin gelişmesine şahitlik eder, katkıda bulunur. Şimdilerde Almanya’da ailesiyle birlikte yeni bir hayat kurmaya çalışan Yılmaz ile Pakistan yıllarını konuştuk. Pakistan’da en çok insanların iyiliğinden ve sevgisinden etkilendiğini söyleyen Yılmaz, en çok da orada eğitim faaliyetlerine destek veren ‘âbileri’ özlediğini ifade ediyor.
-Pakistan’a gitmeden önceki hayatınızı anlatır mısınız?
Kayseri Bünyanlıyım. Sağlık Meslek Lisesi mezunuyum. O yıllarda meslek liselerinde katsayı sorunu vardı. Üniversitede farklı yer tercih edince puan kırılıyordu. Muğla’da sağlık memurluğu bölümüne kayıt yaptırdım. 2 yıl devam ettim. O sene sınav sistemi değişecek, katsayı adaletsizliği düzelecek diye haberler çıktı. Okulu bıraktım, öğretmenlik okuyabilmek için yeniden sınava hazırlanmaya başladım. Ama sınav sistemi değişmediği için istediğim bölüme giremedim. O zamanlar daha idealisttim. Öğretmenlerin insanlara daha faydalı olduklarını, hayatlarının tamamını hizmete verebildiklerini düşünüyordum. Öğretmen olmak istiyordum. Arayışlara başladım ve okumak için yurtdışına gitmeyi düşündüm.
-Neden Pakistan’ı tercih ettiniz?
Aslında ilk başta Azerbaycan Kafkas Üniversitesi’nde matematik okumayı planlıyordum. Fakat yıllık ödemeleri zor gelecekti aileme. Bir gün ekonomik sorunları nasıl çözeceğimizi konuşmak için dershaneye gitmiştim. Tevafuk o günlerde bir abi gelmiş, Pakistan için öğrencilerle mülakat yapıyordu. O gün dershaneye gitmesem denk gelmeyecekti. Sayısalcıyım, İngilizcem iyi değildi. Hiç aklımda yoktu Pakistan. Yine de o mülakata girdim. Pakistan’daki üniversitenin ‘denklik’ sorunu vardı ama İngilizce öğrenmek gibi bir avantajı önemliydi. Maddi olarak Azerbaycan’a göre yarı yarıya daha ucuzdu.
-Aileniz duyunca nasıl karşıladı?
Annem uzağa gideceğim için kabul etmiyor, babam da ekonomik yönünü düşünüyordu. Mülakatta konuştuklarımız bana mantıklı geldi. Hiç aklımızda yokken Pakistan’a döndü ibre. Annem mevcut okulumu bitirmemi istiyor, bana küsüyordu. Babama Pakistan’ı anlattım, fiyatın daha uygun olduğunu duyunca ‘Tamam git’ dedi. Annem de ‘Ne yapacak çocuk oralarda!’ diyordu. O şekilde karar vermiş olduk. Pasaport çıkarttık. 12 arkadaş öğrenci olarak gittik Pakistan’a. 2004 yılı Eylül ayında ordaydık. Hiçbir şey bilmeden gittik.
‘NEREYE GELDİM BEN, BURADA NE YAPACAĞIM’ DİYORDUM
-Gitmeden araştırma yaptınız mı, ‘nasıl bir yerdir’ diye?
Karar verdikten sonra internetten baktık biraz, haritadaki yerini gördük. Rahmetli dedem ‘Pakistanlılar bizi çok sever’ derdi. Suudi Arabistan’da çalışmış. Orada arkadaşlıkları olmuş. Onun dışında bildiğim hiçbir şey yoktu.
-İlk izlenimleriniz, duygularınız nasıldı ?
İstanbul’dan Katar aktarmalı gittik. Katar’a indiğimizde yüzümüze sıcak hava vurdu. Motorun sıcağı sandık önce ama meğer gerçek sıcakmış. Serinleyelim diye lavaboya gittik, musluktan akan su bile sıcaktı. Pakistan’a inince benzer sıcağı orda da görmüş olduk.
Pakistan’da ‘şalvar kamiz’ giyer insanlar; erkeklerinki hep birbirine benzer. Bir arabanın plakası karton kağıda yazılıp arabaya takılmıştı, şok olmuştum. Havaalanında abiler karşıladı bizi, yurda götürüyorlar; o sırada benim aklımdan ‘Üniversiteyi bırakıp geldim, geri de dönemem. Anneme babama bir şey de diyemem. Nereye geldim ben, ne yapacağım burada?’ gibi düşünceler geçiyordu. Dönme gibi bir şansım olmadığını da biliyorum.
-Kültürü ve dili tamamen farklı bir ülkede üniversite okumak zor oldu mu? Nerede, hangi bölüme başladınız?
İlk olarak İslamabad’a inmiştik ama 1 hafta kaldıktan sonra 2 arkadaşla Lahor’a geçtik. İlk yılımız kurslarda İngilizce öğrenme çabasıyla geçti. Kayıt yaptırmak için üniversitelere de gittik ama ‘İngilizce bilmeden olmaz, yapamazsınız’ diyorlardı. İkinci yıl bilgisayar bölümüne kaydoldum. Beraber gelen 12 kişiden birkaç tanesi o yaz Türkiye’ye tatile gitti, geri dönmedi. Hatta onlardan biri polis olmuş. 2013’ten sonra haberlerde duydum, bir terörist baskınında şehit olmuş, çok üzüldüm. Nasip işte!.
Türk arkadaşlar olmayınca tek kaldım, üniversiteye yalnız gittim, o yüzden biraz zorlandım. Bilgisayar bölümü de hakikaten kolay değildi. En iyisi olsun derken en ağırını tercih ettim. İngilizcem zayıftı. Yerli dil olan Urducayı zaten bilmiyorum. Hocalar ders anlatmaya İngilizce başlar, Urduca devam ederdi. İki dili karıştırıp konuşuyorlardı. Felsefe dersi vardı mesela, hiçbir şey anlamıyordum. Zor geçti öğrencilik hayatım. Fakat orada bana yardımcı olan güzel arkadaşlar, okul çıkışında özel ders anlatan hocalar da vardı. Pakistan hayatına tam olarak girdim öğrenciyken. Rikşaya binmek benim için lükstü. Otobüslerle dolmuşlarla okula gidip geliyordum. Otobüsler o kadar sıkışık oluyordu ki, ayaktasın zaten. Ayağını kaldırıp dinlendirmek istesen biraz sonra koyacak yer bulamıyordun.
KOLU KIRILAN ÖĞRENCİ, ÖĞRETMENİNİ TESELLİ EDİYORDU!
-Okulun haricinde neler yapıyordunuz?
İlk baştaöğretmen abilerle bekar evinde kalıyorduk. İlk yılın yarısında 2 katlı bir evin üst katında bir öğrenci yurdu açıldı ve 2 arkadaş orada belletmenlik yapmaya başladık. Küçük bir yerdi, fazla öğrenci yoktu. Öğrenciler için yatak, yorgan, yastık vs. yoktu elimizde. Tanıdığımız hayırsever abilerin evlerinden bu tarz eşyalar topladık. Toplam 12-13 çocuk vardı. Üniversitenin dışında kalan vaktimizi çocuklarla ilgilenerek geçiriyorduk. Bazıları daha uyumlu, Türkçeyi kolay öğrenen, başarılı çocuklardı. Bazıları da yaramazlık yapan, zorluk çıkaran tiplerdi. Son dönemde yaşadığımız sıkıntılarda bu zorlandığımız çocukların bize daha çok destek olduklarını, yanımızda durduklarını gördüm. Sonradan onlardan bazıları öğretmen oldu ve Türk okullarında vazife yapmak için farklı ülkelere dahi gittiler. Kaderin cilvesi bu olsa gerek.
Üniversite eğitimi boyunca Lahor’da bazen öğrenci evlerinde bazen yurtlarda kaldım. Belletmen olduğum için kendime ait bir ev yoktu. Bazen okulun yarısı inşaat halinde olurdu, yarısı yurt yapılmış, şantiye gibi. O yeni okulların inşaatlarında kaldığımız da oldu. Öğrencilerle ilgilendim hep. Öğretmenler sırayla yurtta kalır, branşına göre çocuklara ek ders anlatırdı. Bir gün öğretmen arkadaşlardan biri çocukların odasına gidince, çocuklardan biri arkadaşa şaka yapmaya çalışırken ranzadan düşüyor, kolu kırılıyor. Öğretmen arkadaş o kadar üzülmüş ki tutamıyor kendini ağlamaya başlıyor. Çocuk kendi acısını bırakıp öğretmenini teselli ediyor, ‘Abi iyiyim yok bir şey üzülmeyin’ diyor. Şimdi o öğrencimiz Afrika’da bir ülkede öğretmenlik yapıyor.
-Dedenizin bahsettiği sevgiyi siz de fark ettiniz mi Pakistan halkında?
Fazlasıyla fark ediyorsunuz. Sadece tanıyanlar değil, ilk defa karşılaştığımız insanlarda bile Türk olduğumuzu öğrenince gözlerinin içinin güldüğünü hissediyorsunuz. Şöyle bir örnek vereyim; bir keresinde kıyafetimi yıkarken cebinde para kalmış, beraber yıkanmış. Fakat kumaşın rengi paranın üzerine geçmiş. Paralar maviye boyanmış. Az da değil, 50 dolar kadar bir paraydı. Banka şubesine gittim, Merkez Bankası’na yönlendirdiler. Memurlar paraları ilk görünce sahte sandılar ama hikayemi anlattım, incelediler, sonra anlaşıldı gerçek oldukları. Memurlardan biri nereden geldiğimi sordu. Türk olduğumu söyleyince, ‘Baştan desene!’ dedi, bütün paraları alıp kendi cüzdanına koydu, kendi parasını bana verdi. Resmi işlem yapmadı. Bu tür çok şey yaşadık. Türkleri seviyorlardı gerçekten. Karşılıksız bir sevgi vardı.
YURTTA SADECE 7 ZEYTİN YEME HAKKIMIZ VARDI
-Bu sevginin sebebi neydi sizce?
İlk sebebi bence Pakistan halkı ile sınırımız hiç olmamış Osmanlı tarihinde. Uzaktan uzağa birbirimizi hep sevmişiz. Çatışma noktaları olmamış, böyle bir ilişki kurulmamış. Pakistan halkı, Hint Müslümanları zaten. İki millet de Hanefi Sünni Müslüman. Mezhep olarak da birbirine yakın hissediyorlar. Ayrıca Allame Muhammed İkbal’in çok etkisi var bu sevgide. Çünkü o da Türkleri hep sevmiş. İkbal’in bir şiiri var, ‘Ben Türkle kardeşim ama kardeşimin dilini bilmiyorum, çok acı..’ diyor. Meşhur bir Lahor Meydanı konuşması var. Eski cumhurbaşkanlarından Ziya ül Hak da Türkiye’yi çok seviyor. Halka sevdirenlerden biri de o.
-Hayatın içinde kültürel olarak alışmakta zorlandığınız şeyler oldu mu?
Nimetlerin anlam bulduğu yerdi bizim için Pakistan. Alıştığımız ürünleri bulmak zordu. Bazen bir markette Türkiye’de hiç adı bilinmeyen bir markanın bonbon şekeri çıkardı mesela. Çocuk gibi sevinirdik. Peynir, zeytin hiç bulunmazdı. Türk bir abi ilk kez Pakistan’a gelmişti. Kahvaltı hazırlayacağımız zaman ‘Çok bir şey hazırlamayın, peynir zeytin olsa yeter’ dedi. Onun için basit, sıradan olan bizim orada hiç bulamadığımız bir şeydi. Şimdi burada sofraya gelip gidiyor, çok da önemli değil artık. Orada değerliymiş demek ki. Öğrenciyken yurtta herkesin günde 7 zeytin yeme hakkı vardı. O zeytinler öyle lezzetli gelirdi ki, yoklukta anlam buluyormuş meğer.
Bizim zamanımızda PakTürk Okulları’nın personeli ve büyükelçilik çalışanları dışında Türkiye’den pek kimse yaşamıyordu Pakistan’da. Son dönemde bazı Türk firmalarının çalışanları da oldu. Dolayısıyla ticari olarak Türkiye’den gıda ürünleri getirme gereği olmuyordu. Peynir zeytin kültürü yok halk arasında. Ayrıca Türkiye’den gelen ürünlerin fiyatı yerel halka yüksek geliyordu. Bulgur, fasulye yoktu, gelse de alıcı bulmazdı. Son yıllarda nadiren de olsa bulurduk. Bulduğumuz şeyi arkadaşlara haber verirdik ve çokça almaya çalışırdık. Bir daha ne zaman geleceği belli değil çünkü.
Hayrpur, Kuetta gibi şehirlerde görev yapan arkadaşlar temel ihtiyaç ürünlerinden daha çok mahrumdu. Lahor, İslamabad gibi büyük şehirlerden oraya gidip gelen olursa bebek bezi, deterjan vb. şeyleri sipariş ediyorlardı. Oralarda bulunmuyordu. Hayat çok daha zordu onlar için.
CUMHURBAŞKANI GÜL, ‘BEN BUNLARA KEFİLİM’ DEMİŞTİ
Yurtta kaldığım için Pakistan yemeklerine alışmaktan başka seçeneğim yoktu. Ne pişerse öğrencilerle beraber ben de onu yiyordum. Bize göre aşırı baharatlı, yağlı yemekler başlarda zorlasa da zamanla alıştım. İngilizcesi guava olan bir meyve var, ilk başta kokusunu bile duymak istemiyordum. 6-7 sene hiç tatmadım. Ama sonra ilk tadınca beğendim. Kaç yıl boşuna yememişiz! Her şeyine alışmıştım Pakistan’ın. Şu an özlediğimiz tatlar var. Karayi denen bir tavuk yemeği var, biryani olsa da yesek. Özellikle Multan şehrinin mangosu çok güzeldir.
-Okul bitince neler yaptınız?
2009’ da İslamabad’a tayin edildim. Okulun en üst katı yurt yapılmıştı. Okulun tam karşısında asıl yurt binası inşaat halindeydi. 3 sene orada yurt müdürlüğü ve öğretmenlik yaptım. Yurt binası ve içinin tefrişatı Pakistanlı yerli abilerin gayretiyle yapıldı. Türkiye’den destek alınmadı, eşya getirilmedi. 3 yıldan sonra halkla ilişkiler sorumlusu oldum. 2011’de eşimle tanıştık ve evlendik. O da benim gibi Türkiye’den üniversite okumak için gelmiş, İslamabad’da okumuştu.
O zamanlar okullarımız, eğitim faaliyetlerimiz hakkında sıkıntı yoktu. Türkiye’den siyasetçiler ziyaretlere, açılışlara geliyordu. Yalçın Topçu, Nur Serter, Tuğrul Türkeş, Cemil Çiçek, Hüseyin Çelik gibi… Dönemin cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Pakistan Cumhurbaşkanı Zerdari’ye ‘Ben bunlara kefilim’ demişti. Abdullah Gül ziyarette Türkiye’den orada bulunmayan yiyecek şeyler getirmiş, ve öğrenci evlerine dağıtılmıştı.
-Pakistan’dan ayrılma sürecinde neler yaşadınız? Ne zaman ayrıldınız?
Ayrılana kadar İslamabad’da yaşadık ailece. İki evladımız dünyaya geldi bu arada. Türkiye’de Hizmet Hareketi’ne yönelik hükümet tarafından baskılar başlayınca Pakistanlı siyasetçiler bize güvence verdi. ‘Biz sizi tanıyoruz, eğitiminize devam edin’ diyorlardı, fakat neden sonra Türkiye hükümeti ile okulların devredilmesi konusunda anlaşmışlar. Vizelerimiz iptal olduğu hafta bile yapılan toplantılarda ‘Biz sizinleyiz’ demişler. Ama pazartesi günü vizelerin iptal edildiğine dair mektup aldık. Yani karar alınmış, mektuplar postalanmış, hâlâ bize farklı söylüyorlar.
Her şeye rağmen halk bize destek oldu. Öğrencilerimiz, velilerimiz yanımızda durdu. Bizimle beraber ağladılar. Destek olmaya çalıştılar. Pakistanlı inşaatçı bir tanıdığım vardı. Vedalaşırken ağlayarak şöyle dedi: ‘Belki siz gideceksiniz ama ben hayatımın bir döneminde sizin gibi insanlar olduğu için, sizi tanıdım diye hep hatırlayacağım.” İnsanlar gerçekten kalpten seviyorlardı. Bunu hissediyorduk.
TANIMAYANLAR, BENİM PATAN OLDUĞUMU SANIYOR
3 gün içinde hem eşyalarımızı satmaya çalıştık hem de gidecek yer aradık. Demokratik ülkelerin elçiliklerine gittik ama bizim için bir şey yapamayacaklarını söylediler. Birleşmiş Milletler’e gittik, 1 yıl geçerli iltica başvuru belgesi verdiler. Pakistan’la iltica anlaşması olmadığı için koruma gücü yoktu o belgenin ama bir süre daha kalabildik bu sayede. Çalışamıyorduk. Oğlumun pasaport süresi bitiyordu. Orada yaşama şansımız kalmamıştı. Önce Kosova’ya, oradan da Almanya’ya geldik. Burada yeni dostluklar kurmaya çalışıyoruz. Ayrılırken oğlum 5, kızım 1 yaşındaydı. ‘Nerelisin?’ diye sorulduğunda ikisi de ‘Pakistanlıyız’ diyor.
-Pakistan’da sizi en çok etkileyen şey neydi?
İnsanların iyiliği. Kendi aralarında birbirlerine olmadığı kadar bize karşı çok iyiydiler. Fakiri de zengini de aynıydı bu konuda. Daha iyi şartlarda, daha güzel yaşamayı hak ediyor Pakistan milleti. Fakir bir ülke olmasına, imkanların kısıtlı olmasına üzülüyorum.
Arkadaşlarla veda ederken birisi ‘Gidince neyi özlersin?’ diye sordu. ‘Pakistanlı âbileri özlerim’ dedim. Gerçekten her birini çok özlüyoruz. Burada bir Pakistanlı görünce akrabamızı görmüş gibi oluyoruz. Onlarla tanışıp Urduca konuşmak Pakistan hakkında sohbet etmek o kadar güzel ki. Pakistan’da ‘Patan’ denilen bir millet var. Urducayı biraz bozuk konuşurlar. Tanımayanlar ben konuşunca Türk ya da başka bir millet değil de Patan olduğumu sanıyorlardı. Bir gün alışverişte pazarlık yapmaya çalışıyordum, satıcı dedi ki ‘Sen de Patansın ben de Patanım, niye pazarlık yapıyorsun?’
-‘Sadece Pakistan’da sahip olabilirdim’ dediğiniz bir şey var mı?
Eşimle orada tanıştım. Çocuklar orada doğdu. Bu kadar samimi karşılıksız sevgiyi ve dostlukları başka ülkelerde bulabilir miydik bilmiyorum ama Pakistan’da bulduk. Kosova’daki insanlar da çok güzel. Alman halkı da çok saygılı, mütebessim. Fakat Pakistan halkının sıcaklığı bambaşka.
Okulların alınması bizi çok kırdı gerçekten. Her bir tuğlasında alın teri, emek, dua vardı. Okul binası daha yapılmadan boş arsasına gidip piknik yapardık. Başka çok güzel yerler vardı ama biz okulun hayaliyle öyle mutluyduk ki, orayı tercih ediyorduk. Arkadaşlarımızı götürüp gösteriyorduk, ‘Biz buraya okul yapacağız’ diyerek. İlk açılan okullar evden dönüştürülmüş binalardaydı. O zaman elimizde bir fotoğraf vardı ve ‘Biz bu okulu yapacağız’ diyorduk herkese. Hayallerini yaşadık yıllarca. Arsasını ararken dua ettik ve sonunda hayal gerçekleşti. Temelini attıktan sonra da gezmeye okul inşaatına giderdik. İnşaatın ilerleyişini görmek bizi öyle mutlu ediyordu ki. Gün geldi hayallerimizden de güzel okullarımız oldu, farklı şehirlerde. Bakmaya kıyamıyorduk, şükrediyorduk. Esnaflardan malzeme istiyorduk, demir toprak, kum buldum diye çok seviniyordum. Okulların alınacağını öğrendiğimiz zaman bahçelerde bir köşeye çekilip çocuklar gibi ağladık. Tamam biz gidelim istemiyorlarsa ama okullarımız devam etsin diyorduk. O kadar kırdı ki bu bizi, Pakistan’la ilgili bir şey duymak bana çok zor geliyor, çünkü direk okullarımız geliyor aklıma. Çok büyük acı veriyor bu durum.