Matematik öğretmeni Tuğba Ünverdi (1): Pakistan’da bildiklerimi öğretirken bilmediklerimi de öğrendim

Mangirjee’de ilk kurban programı ve tavuk yemek!
Haziran 22, 2021
Matematik öğretmeni Tuğba Ünverdi (2): Pakistanlı dostlarımız bizi kendi evlatları gibi gördü
Haziran 24, 2021

Matematik öğretmeni Tuğba Ünverdi (1): Pakistan’da bildiklerimi öğretirken bilmediklerimi de öğrendim

Tuğba öğretmen (ortada), Pakistanlı öğrencileri ile Türk usulü turşu hazırlıyor.

Türkiye’de üniversiteden yeni mezun olmuş, hizmet aşkıyla dolu, idealist genç bir öğretmendi Tuğba Hanım. Aklı, kalbi, ruhu aydınlık, insanlığa faydalı, iyiliği çoğaltacak nesiller yetiştirmek için dünyanın en ücra köşesine gitmeyi dahi göze almışken, yolu Pakistan’a düştü. İlk günlerde yaşadığı yalnızlık hissi zorlasa da dayandı, sabretti ve alıştı bu ülkeye.. Bildiklerini öğretirken, bilmediklerini de öğrendiği bir yer oldu Pakistan.

Evlenip yuva kurduğu, anne olduğu, çok sevdiği öğrencileriyle öğretmenliğin en güzel duygularını yaşadığı Pakistan’ı konuştuk Tuğba öğretmenle. PakTürk Okulları Matematik öğretmeni Tuğba Ünverdi, “Mecbur kalmasak ayrılmayı düşünmezdik” dediği Pakistan’da geçen yıllarını, oradaki öğrencilerini, dostlarını hasretle anıyor.

-Pakistan’a gitmeden önceki hayatınızı anlatır mısınız?

Kayseri’nin bir ilçesinde doğdum. Liseye kadar orada yaşadım. Liseyi Yozgat’ta parasız yatılı olarak okudum. Üniversitede İlköğretim Matematik Öğretmenliği Bölümü’nden 2006’da mezun oldum. 15 yaşında evden ayrılmış oldum aslında.

-Yurtdışında öğretmenlik yapmaya nasıl karar verdiniz?

Üniversitede iken Türkçe Olimpiyatları’nı hayranlıkla izliyordum. Yabancı çocukların Türkçe şarkılar söylemesi, şiirler okuması çok güzeldi. Akasya Hikayeleri’nin yazıldığı kitapları okumak beni çok heyecanlandırıyordu. Oradaki  öğretmenlerin fedakarlıklarını okudukça ‘ben de öyle olabilir miyim’ diye içten içe istiyordum yurt dışına gitmeyi. ‘Kendi isteğimi dillendirirsem onunla imtihan olurum’ korkusu yaşıyordum. O yüzden kimseye söylemedim, ‘yurt dışına gitmek istiyorum, bunu yapabilirim’ diye. Üniversite son sınıfta  nerede çalışmak istediğimize dair mülakatlar yapılıyordu. Ben de bir görüşme yaptım ama kesin değildi. Okul bitince 2 haftalık bir öğretmenlik seminerine katıldım. Yurt dışından gelen öğretmenler bize tecrübelerini anlattı. Lisede İngilizce hazırlık okumuş olsam da  konuşma pratiğim yoktu, öğretmenlik  yapmak için yeterli olmadığını düşünüyordum. Ama 2 haftanın sonunda öğretmen ihtiyacı olan ülkelerden Pakistan’a gidip çalışmaya karar vermiştim. Benimle beraber Pakistan’a gidecek 10’a yakın kız arkadaşım da vardı. Sonradan hepsi gidemedi.

-Pakistan hakkında neler biliyordunuz?

Aslında hiçbir fikrim yoktu Pakistan’a dair. İnternet bu kadar yaygın değildi. İlk e-mail hesabımı o seminerde açmıştım. Araştırma ihtiyacı da duymadım. Küçük bir ilçede büyüdüm. Ailem hayvancılıkla uğraşıyordu. Yaz tatillerinde hayvanlarımızı yaylaya çıkarırdık. Birkaç ay çadırda yaşardık. Fiziksel şartlar olarak, elektrik  olmadan, kuyudan su çekerek yaşamış bir insandım. ‘Nasıl bir yer olursa olsun yaşayabilirim’ diye düşünüyordum. Beni korkutan tek şey sıcaktı. Ama ‘orada yaşayabilen insanlar varsa ben de yaşarım’ diye düşündüm.

AİLEME, PAKİSTAN’A GİDİP İNGİLİZCE ÖĞRENEBİLECEĞİMİ SÖYLEDİM

-Aileniz bu kararınızı nasıl karşıladı?

Seminerden sonra eve döndüm. Aileme söylemek ve resmi işlemlere başlamak için 2 hafta sürem vardı. Ailem yurt dışına gitmeyi düşündüğümü dahi bilmiyordu. O günlerde daha önce girdiğim Kamu Personeli Seçme Sınavı’nın sonuçları açıklandı. Kazanmaya hiç çalışmadığım için iyi bir puan da almamıştım. Bu durumda devlet okullarında öğretmenlik yapmak üzere atanamayacağımı konuştuk ailemle. Babama İngilizce öğrenmek için yurt dışına gitmek istediğimi söyledim. İngilizce konuşulan bir yer olduğu için 1 yıllığına Pakistan’a gidebileceğimi anlattım. Ailem çok baskıcı değildi zaten. Yapmak istediklerimi söylediğimde karşı çıkmazlardı ama bu ciddi bir karardı. Orada da Türklerin olduğunu, okullarda öğretmenlik yaptıklarını anlattım ve kabul ettiler.

-Baskıdan ziyade aileler duygusal tepki verebiliyor. Uzun süre ayrılacağı için üzülüyor; kız evladı olarak tek başına ne yapacaksın, diyerek kaygılanıyorlar..

Evet, o zaten apayrı bir durum. Aileden bu zamana kadar üniversitede kimse okumamıştı. Onların da kendilerine göre hayalleri vardı. Evin en küçüğü, okusun bir yere yerleşsin, devlet memuru olsun istiyorlar. Ailede yurt dışına çıkmış hiç kimse yoktu. Hele bir kız çocuğu tek başına Pakistan gibi bir ülkeye gidecek, görülmemiş bir şeydi. Ama Rabbim onlara da ferahlık verdi demek ki. ‘1 yıllığına gidiyorum’ dedim, izin verdiler. Ailem Hizmet Hareketi’ni bilmiyordu ama öğretmenlerim, arkadaşlarım hakkında çok olumlu düşünceleri vardı. O yüzden kabul ettiler sanıyorum.

-Pakistan’da ilk hangi şehre gittiniz? İlk izlenimlerinizi anlatır mısınız?

6 öğretmen ve bir o kadar da hem üniversite okuyacak hem de belletmenlik yapacak kız öğrencilerden oluşan bir grup olarak, 23 Ağustos 2006’da İslamabad’a indik. Sabaha yakın bir vakitti. Çok sıcak bir hava vardı. Uçak inerken çatısız evler, yüksek binaların olmadığı bir şehir gördüm. Toz toprak içinde gibiydi ama aslında İslamabad yeşil bir şehirdir. O sıcakta bana öyle göründü. Bir çok arkadaş bahsetti daha önce ama aynı şey bana da oldu. Uçaktan inince yüzüme vuran o ilk sıcağın uçağın motorundan kaynaklandığını sanmıştım😊

Havanın o kadar sıcak olabileceğini hiç düşünmüyordum. Ayrıca inince fark ettiğim bir koku vardı her yerde. Sadece dışarda değil, yurt vb. iç mekanlarda da aynı koku vardı. Muson yağmurlarının yağdığı çok ıslak bir dönemde gitmiştik. İlk başta, ‘Bununla nasıl yaşanabilir?’ diyorsun ama bir hafta içinde alıştım çok şükür, artık duymuyordum bile o kokuyu.

ÖĞRETMENLER ODASINDAKİ TEK TÜRK BAYAN BENDİM

-İlk günleriniz nasıl geçti? Hemen öğretmenliğe başladınız mı?

İlk gün yurtta dinlenerek geçti. Ertesi gün çalışacağım okula gittik. Okuldaki ilk günümü unutmam mümkün değil. Her şey çok farklı ve çok yeniydi. İlk günü atlattıktan sonra gerisi kolay olacaktı, biliyordum. Ama ilk gün zordu. Yurttan okula ilk gidişimi de unutamıyorum. Sabah vakti birkaç yıldır orada belletmenlik yapan tecrübeli bir arkadaşla yola çıktık. Okul yurda 6-8 dakikalık mesafede olduğu için kestirme bir yoldan yürüyerek gidecektik. Yolun üzerinde baraka evler, çadırlar, evsizlerin yaşadığı yerler vardı. Yolun diğer yanı da ağaçlık orman gibiydi. Toprak bir yoldan yürüdük. Kenardan küçük bir ırmak akıyordu. Onun üstünden atladık ve okula vardık.

Öğretmenler odasındaki tek Türk bayan öğretmen bendim. Müdür beyle ve öğretmen arkadaşlarla tanıştım. Türkiye’den yeni gelmiş, bekar, yalnız, genç bir öğretmeni herkes merak ediyordu. Sorular soruyorlar, ben anlamaya çalışıyordum. İngilizce telaffuzları farklıydı, anlamakta güçlük çekiyordum hatta kağıda yazıp sözlükten bilmediğim kelimelerin anlamına bakarak cevap vermeye çalışıyordum. Konuşma pratiğim olmadığı için yine yazarak anlaşıyorduk. Elimden İngilizce sözlüğümü hiç düşürmüyordum.

Müdür bey ertesi günden itibaren derse girmem gerektiğini söyledi. 6 ay kadar dil kursu olur, ders dinlemesi yaparız, hem öğretmenliğe de alışırız sonra başlarız, sanıyordum ama herhalde ‘denizde yüzerek öğrensinler’ diye düşündüler, direk derse girmemizi istediler. 3. gün derslere girmeye başladım.

Tuğba Ünverdi ve öğrencileri…

İlk gün öğretmenler odasında yalnız otururken ‘Nasıl olacak, nasıl yapacağım?’ diye düşünüyordum. ‘Akşama uçak var, dönmek ister misin?’ dense kabul ederdim belki. İdeallerle gitmiştim ama ilk günün o yalnızlık hissi çok zordu. 1990’lı yıllarda oralara ilk gidenlerin yaşadıklarına göre bizimki o kadar da zor sayılmazdı. Çalışacağımız okullar var, kalacak yerimiz var, öğrencilerimiz hazır. İlk gidenler için bunların hiç biri yoktu. Onların yaşadıklarına nazaran bizimkine ‘zorluk’ bile denmezdi.

DİLENCİ, ‘ALLAH SİZİ AMERİKALARA GÖNDERSİN’ DİYE DUA ETMİŞ

İlk günün sonunda yurda döneceğim, ama nasıl gideceğimi bilmiyorum. Geldiğim patika yoldan yalnız gidemezdim. Bir arkadaş sokak numaralarına göre tarif etti. Yola çıktım ama bir taraftan da ağlıyorum; ‘ya bulamazsam, ya kaybolursam’ diye, yalnızım da zaten. En sonunda kimseye sorma ihtiyacı duymadan buldum yurdu.

İlkokulda 3-4-5. sınıfların Türkçe ve matematik derslerine giriyordum. 17 saat dersim vardı haftada, 12 saat Türkçe, 5 saat matematik. Sabah saatlerinde okula, öğleden sonra da İngilizce kursuna gidiyordum.

İngilizce dersi aldığımız bizim yaşlarımızda genç bir arkadaşımız vardı. Bazen beraber alışverişe de çıkardık. Bir gün takside giderken o sıkışık trafiğin içinde bir dilenci yaklaştı. Urduca bir şeyler söylüyordu ama ben anlamadım. Sordum arkadaşa “Allah sizi Amerikalara, İngilterelere göndersin!” diye dua ediyormuş. O zaman düşünmüştüm, ‘kendi halkı Amerikalara İngilterelere gitmek istiyor, dilencisi bile öyle dua ediyor ama biz buradayız. Bu ülkeye gelmişiz vatanını, milletini seven, insanlığa faydalı öğrenciler yetiştirmek için’. İnsanların hayata bakış açısını anlama, öğrencilerin velilerin ideallerini görmek adına o benim için unutamadığım bir hikayedir.

-Bir çok şeyin ilkini orada yaşadınız. İlk öğretmenliğiniz, ilk öğrencileriniz, ilk defa gittiğiniz bir ülke ve bambaşka bir kültür.. Nasıl iletişim kurdunuz öğrencilerle?

En büyük korkum dil olarak çocuklarla anlaşamamak, iletişim kuramamaktı. Öğretmenlik seminerinde bu konuyu sorduğumuzda ‘Söyleyebildiklerimizi sözlerimizden, söyleyemediklerimizi gözlerimizden anlasınlar’ demişti ders veren hocamız. O niyetle yola çıkmıştık. Üniversitede bir eğitim alıyoruz ama bence öğretmenliğin en önemli bölümü tecrübe. O yüzden ‘öğretmenliği de Pakistan’da öğrendim’ diyebilirim. İlkokulda çok masum çocuklar. Gözünüzün içine bakıyorlar. Çok sevecenler. Türkçe şarkılar öğrenmekten mutlu oluyorlar. Böyle öğrencilere öğretmen olmak güzel bir duyguydu.

Dil öğrenme sürecini de orada atlattığım için şanslı hissediyorum. Çocuklar anaokulundan itibaren İngilizce öğrenmeye başlıyor. Biz üniversiteyi bitirmişiz ama yeni İngilizce öğrenip ders anlatmaya çalışıyoruz. Çocuklar hiçbir zaman ‘öğretmenim yanlış kelime kullanıyorsun, yanlış telaffuz ettin’ vs. demedi. Yerli öğretmen arkadaşlar da çok destek oldular. Çok naziktiler bu konuda. Motive ettiler, sevgilerini, muhabbetlerini gösterdiler. İlk haftayı atlattıktan sonra artık çok zor gelmedi.

ÖĞLE UYKUSUNUN GEREKLİLİĞİNİ ORADA DÖRDÜM

-Kültürel olarak ilk dikkatinizi çeken neydi, şaşırdığınız, zorlandığınız şeyler oldu mu?

Yerel dili bilmemek ilk başta insanı çok yıpratıyor. Anneler çoğunlukla İngilizce bilmediği için irtibata geçemiyorsunuz. İslamabad’da veliler İngilizce bilse de benim İngilizcem yetmiyordu bazen. İlk başlarda yemeklerin hepsini yiyemesem de zamanla alıştım. Daha ziyade iklimi zorladı beni. ‘Kaylule’nin yani öğle uykusunun ne kadar gerekli olduğunu orada gördüm. Türkiye’de bu alışkanlık yaygın değil ama orada halk öğlen vakti sıcak saatlerde uyuyarak dinlenir. İlk yıl ben de iklime dayanmak için ihtiyaç duyuyordum ama sonradan o kadar ihtiyaç duymadım.

Çok sık elektrik kesintileri olurdu. Tam olarak hangi sebeple başladığını bilmiyorum ama ekonomik sebeplerle olmalı. Ciddi zorluyordu hayatı. Çünkü fan çalışmayınca o sıcakta uyumak mümkün olmuyor. Ayrıca pencereyi açmak zorunda kaldığımız için eve dolan sivri sinekler de rahatsız ediyor. Kertenkeleler tavanlarda rahatlıkla gezebiliyor, ara sıra fare ile de karşılaştığımız oluyordu yurtta.

-İslamabad’da ne kadar kaldınız?

1 sene kaldım. O sene eşimle tanıştım, yaz tatilinde Türkiye’de evlendik. Ailem 1 yıllığına göndermişti aslında. Evlenince dönmem için ısrar etmediler. Eşim 4 yıldır Hayrpur’daki kolejde öğretmenlik yapıyordu. Okullarımızın olduğu en küçük şehirlerden biriydi. Başkentten sonra oraya alışmak zor olmuştu. Türkiye’den dönerken uçakta bagaj sınırlaması olduğu için sadece temel ihtiyaçlarımızı götürebildik. İlk olarak Karaçi’ye indik. Oradan trenle Hayrpur’a geçtik. Hayatımdaki ilk tren yolculuğuydu. Trenden inince çiçeklerle karşıladı arkadaşlar. Eşimin hem yerel hem Türk arkadaşları gelmişti istasyona. Oranın adeti olduğu için boynumuza çiçekler taktılar. Bizim için araba ayarlamışlardı. O dönemde bizim okulda çalışan kimsenin arabası yoktu. Ev bulana kadar 15 gün Rüveyda Hanımlar’da kaldık.

-Hayrpur nasıl bir yerdi? Coğrafyaya göre insanlar, inançlar, kültürler çok değişiyor değil mi?

Orada hava da insanlar da daha sıcaktır. “Hayrpur’a bir gelirken, bir de giderken ağlarsınız!” derler. Gelince ‘burada nasıl yaşanır’ diye ağlarsınız, giderken de ayrılmak zor geldiği için. Öyleydi gerçekten. Elektrik kesintileri diğer şehirlere göre daha uzun oluyordu. Dayanması da bir o kadar güçleşiyordu. Elektrik gidince buzlukta dondurulmuş su şişelerini havluya sarıp yüzümüze koyarak serinlemeye çalışırdık.

HİNDU ÖĞRENCİM SİYER YARIŞMASINDA DERECE YAPIYORDU

İklimin sıcaklığı insanlara da yansımıştı, öğrencilerimiz bizi çok seviyordu. İlkokul ve ortaokulda matematik derslerine girdim. Liseli öğrencilere de rehberlik yapıyordum. Daha önce hiç Hindu öğrencim olmamıştı. Ama orada 2 tane vardı. Bir gün 10. sınıftan öğrencilerimi eve yemeğe çağırdım. Etli bir yemek vardı. Hindu öğrenciler ne eti olduğunu sordu; inek mi keçi mi? Onlar inek eti yemez kutsal saydıkları için. İlk defa karşılaştığım bir durum olduğu için önce afalladım. Çünkü inek mi keçi mi eti olduğunu ben de bilmiyordum. O gün kızartma yapmıştım onlara. Sonraki davetlerimde onlar için sebze ağırlıklı şeyler yapıyordum. Çok akıllı çocuklardı. İkisi de doktor oldu. Onlar da bize anlayış gösterdi. ‘Bizim için kutsal olan bir şeyi siz niye yiyorsunuz?’ demediler hiç. Rehberlik programlarımıza katılıyorlardı. Hoşgörü içerisinde bir ortamımız vardı. Bir tanesi okumayı çok severdi. Okulda yaptığımız siyer okuma yarışmalarına dahi katılır, derece yapardı.

-Öğrenci ve velilerle iletişiminiz nasıldı, o sıcaklığın hatıraları var mı?

Öğrencilerle çok samimi diyaloglarımız oluyordu, ama velilerle bunu yapamıyorduk. Yerel dili bilmediğim için velilerle iletişim kurmakta zorlanıyordum. Veliler çoğunlukla Sindice konuşuyordu. Veli ziyaretlerine Rüveyda hocamla beraber gidiyorduk. İnsanlara ulaşmada yerel dilin önemini de anlamıştım.

Hayrpur’a ilk gittiğim zamanlar, gece saat 1 civarı evde yalnızım ve kapıya gümbür gümbür vuruluyor. Açmaya korktum. Eşimi aradım, ‘beklediği biri var mı’ diye sordum. ‘Yok’ dedi. Gerçi oranın insanı gündüz de uyudukları için gece geç yatıyor. Onlara göre normal bir saatti. Meğer, eşimin yerli bir arkadaşı Karaçi’ye gitmiş. Oradan bizim için pizza almış, sabahı beklemeden getirmiş. Hayrpur’da pizzacı yoktu. Çok düşünceli insanlardı. Şehrin zorluğunu yaşatmamaya veya hafifletmeye çalışıyorlardı bizim için.

Hayrpur’da okullar ilk açıldığında çocuklarının dördünü de bizim okula yazdıran bir anne şunları söylemişti: “İlk zamanlar okula dair her şeyi araştırıyordum. Okulda öğretmenleriniz size ne anlattı, ne sordu diye günlük kontrol ediyordum çocuklarımı. Bir gün çocukları okuldan almaya gittiğimde Türk öğretmenlerin küçük bardaklarda kırmızı bir şey içtiklerini gördüm. Eyvah, çocuklarımı nasıl öğretmenlere emanet ettim, diye pişman olmuştum. Meğer içtikleri çaymış. Daha sonra müdür beyin hanımıyla tanışınca öğrendim.” Hâlâ süren dostluklarımız oldu. Sıkıntılı zamanlarımızda televizyonlara röportajlar vererek bizlere destek oldular.

Türk olarak 4 aileydik ve muhabbetimiz çok güzeldi. Birimizin misafiri gelecekse hepimiz bir şeyler hazırlayarak ağırlamaya  çalışırdık. Hayrpur’da bir yıl çalıştıktan sonra tayinimiz Lahor’a çıktı. Bana arkadaşlardan ayrılmak zor gelmişti ama 5 yıldır orada yaşayan eşim için ayrılmak daha zordu.

Devam edecek…

Hey Merhaba 👋 Tanıştığımıza memnun oldum.

Yeni içeriklerden haberdar olmak istiyorsanız

Spam yapmıyoruz! Daha fazla bilgi için gizlilik politikamızı okuyun

0 Comments

No Comment.