Dün ilk bölümünü yayınladığımız röportajın ikinci ve son kısmını paylaşıyoruz. Bu bölümde, Tuğba Hanım ile Lahor ve Karaçi’deki hayatını, ayrıca Pakistan’dan ayrılma sürecinde yaşadıklarını konuştuk.
-Hayrpur’dan sonra Lahor’a geçtiniz sanırım, orada neler yaptınız?
Pakistan’da okullar villa tipi evlerin dönüştürülmesiyle açılmıştı ilk olarak. Lahor’a gittiğimizde müstakil okul binaları yeni yapılıyordu. Binanın tamamlanan katlarında okul açılmış; bir kısmı da inşaat halindeydi. 1 yıl sonra kız kolejini başka bir binaya taşımıştık ama yeterli değildi. Öğrenci sayımız her sene artıyordu. Ayrı bir kız koleji açmak için taşındığımız binanın yan tarafındaki arazi için görüşülüyordu. Arazi devletten talep edilmiş, fakat henüz bu talep onaylanmamıştı.
Öğrencilerimle okulun çatısına çıkıp projeden bahsetmiştim ve arazinin verilmesi için dua etmiştik. Hatta o zaman 8. sınıfta olan çocuklara “Belki kız koleji yapılınca siz de oradan mezun olursunuz.” dedim. Pek ihtimal vermediler olabileceğine. “Biz o zamana kadar okulu bitiririz” dediler. Çünkü orada işler çok yavaş ilerliyor. Hayal bile etmiyorlardı o binada okuyabileceklerini. 2 yıl sonra o arsaya bina yapıldı ve Lahor Asife İrfan Kız Koleji açıldı. O gün konuştuğumuz öğrenciler liseyi orada okuyarak mezun oldu.
-O arsanın verilmesinin bir hikayesi vardı, değil mi?
Evet, o dönemde şöyle bir hadise anlatılmıştı: Kolejdeki erkek öğrenciler yurttan kaçmak için duvardan yan bahçeye atlıyor. Hadise birkaç kere tekrarlanınca bahçenin sahibi şikayet etmek için biraz da öfkeyle okula geliyor. Müdür bey okulu gezdiriyor, yapılan hizmetleri anlatıyor. Bunun üzerine şikâyete gelen Pakistanlı kişi, “Ben de size destek olmak istiyorum.” diyor ve bizim arkadaşların bulduğu arsaya kız kolejini yaptırıyor. Koleje de onun annesinin ismi veriliyor.
Lahor’daki ev sahibimizle çok güzel bir diyaloğumuz vardı. Teyzenin anneannesi Türkmüş, kendisi Katarlı idi. Çok ihtimam gösterirdi bize. Dolmalar, sarmalar yapar getirirdi. Biraz Pakistan usulü baharatlar da katardı. Anneannesinden dolayı Türklere karşı özel bir muhabbeti vardı. Çok hoş insanlardı. Çocukları Pakistan’da değildi. (Pakistan’da belli bir gelir seviyesi üzerinde insanların çoğunun çocukları yurt dışında farklı ülkelerde yaşar.) Bizi kendi evlatları gibi kabullendiler. İlk evladımız Kübra’yı çok severlerdi. Amca onu sokağa çıkarır, gezdirirdi. Çok hoş bir muhabbetimiz vardı. Daha sonraki yıllarda da ziyaretlerine gittik. Karaçi’den Lahor’a gittiğimiz zaman öncelikle onları ziyaret ederdik.
‘ANNEM BENİ NASIL BURALARA GÖNDERMİŞ!’ DİYE HAYRET ETTİM
-Hamilelik ve doğum süreçleriniz nasıl geçti? Ailenizden uzakta olmak zor geldi mi?
Kübra 2008’de Lahor’da, Enes 2013’te Karaçi’de doğdu. Kübra’nın doğumunda kayınvalidemler yanımıza gelmişti. Hastaneye bir arkadaşla gittik. Kübra’yı ilk kucağıma aldığımda evlat sevgisi böyle bir duyguysa ‘Annem beni nasıl buralara gönderebilmiş!’ diye hayret etmiştim. Çok sıkıntılı bir süreç yaşamadım. Doğumdan önceki son 2 güne kadar okulda derslere girdim. Zaten o dönemde 3 hafta kadar kış tatili vardı, o tatile denk geldi. Kübra 37 günlükken okula tekrar başladım. Bir bakıcı bulduk, yaşlıca bir hanımdı. O dönemde okuldaki tek bebek Kübra’ydı ve okulda ayrıca bebek odası olmadığı için eşimin odasında duruyorlardı mecburen. Daha sonra başka bebekler de gelince ihtiyaç arttı ve okula bebek odası yapıldı. Ben ders aralarında gidip ilgileniyordum.
Enes’in doğumunda Türkiye’den yanımıza kimse gelememişti. Hastaneye gideceğimiz zaman başka bir şehirden arkadaşım refakat etmek için kendi çocuğu da küçük olduğu halde çıkıp gelmişti. Kardeşten öte arkadaşlıklarımız vardı. Tam da o sıralarda çok sevdiğimiz ev sahibi teyzemiz hastalanmış, hastanedeydi. Onu ziyarete gittiğimde hastalığına rağmen “Merak etme ben sana yardım ederim” diyordu bana. Başka bir öğrencimin annesi de çok ilgilenmişti. Başka şehirden Karaçi’ye üniversite okumaya gelmiş bir öğrencimdi. Ailece görüşüyorduk. Annesi “Merak etme, ben varım, yalnız hissetme, yardımcı olurum.” diyordu hep. Doğum hediyesi olarak Enes’e bir çanta dolusu kıyafet dikip getirmişti. Kendi torununa diker gibi özenmişti. Cenabı Allah bu şekilde kolaylaştırdı çok şükür.
-Lahor’dan sonra bir de Karaçi’de çalıştınız galiba…
Lahor’dan Karaçi’ye tayin olduğumuzu Türkiye’de yaz tatilindeyken öğrendik. O sırada Kayseri’de Türkçe Olimpiyatları’na gelen bir öğrenci grubu vardı. Ailemin evine kahvaltıya davet etmiştik onları. Aralarında Karaçi’den olanlarla nasıl bir yer olduğuna dair konuştuğumuzu hatırlıyorum. Tatilden dönünce eşyalarımızı toplayıp taşındık. Orada da ev sahiplerimiz çok iyiydi. Onların çocuklarının bazısı da yurt dışındaydı. Amca Avustralya’daki oğlunun yanına gidip bir süre kalmış. Dönmek istediğinde “Baba biraz daha kal.” diyen oğluna “Sen burada benim oğlumsun ama benim Pakistan’da da bir oğlum var, gitmem lazım.” demiş. Amca geldiğinde “Oğluma böyle dedim” diyerek anlatmıştı bunu. Öyleydi yani muhabbetimiz. Karaçi’de 6,5 sene kaldık ve hep aynı evde yaşadık.
BİZE ÇOK GÜVENDİLER, HER DAVETİMİZE İCABET ETTİLER
Bakıcımız sayesinde Urduca’yı öğrenmiştim. Yerel dili bilmek hayatı daha da kolaylaştırıyor. Öğrenciler daha çok sahipleniyor. Bir öğrencim mahcup bir şekilde “Annem İngilizce bilmediği için sizi evimize çağırmaya çekiniyoruz.” demişti. Ben de “Problem değil benim annem de bilmiyor.” demiştim rahatlatmak için. Ama yerel dili öğrenince velilerle de iletişim daha kolay oldu.
-Öğrencilerle okul dışında ne tür faaliyetler yapardınız? Bunların tesirlerini anlatır mısınız?
Bazen kendi evimde, bazen yurtta okuma programları yapardık. Hâlâ görüştüğümüzde o vakitlerden bahsederler. Nöbet listesi koyar, ev işlerine sırayla yardım ederlerdi. Hatta mezun olup mesleğine başlayan öğrencilerim o programlara misafir olarak gelirdi. Hiç unutmuyorum, eski bir öğrencim yeni doğan bebeğiyle gelmişti. Enes’in beşiğinde yatırmıştık. Pakistan’da bir kız çocuğunu yatılı bir yere göndermek çok normal karşılanan bir durum değildir. Yurtlarda kalmaları için izin almak da çok zordur. Aile büyüklerinin kız çocuğu üzerinde söz hakkı vardır. Anne, babadan izin almak yetmeyebilir, amca, abi, dede vb. herkesin izin vermesi gerekir bazı ailelerde. Pakistanlı bir aile kızını yurda gönderip okutuyorsa bu onlar için büyük bir fedakarlıktır. Kolay değil. O öğrencim daha kırkı çıkmamış bebeğiyle geldi. Çok önemliydi bu. Davet etmiştim ama geleceğine ihtimal vermiyordum. Birkaç gece kaldı bizimle, bebeğine baktık sevdik, programımızı yaptık. İnsanlar gerçekten bize çok güveniyordu. Davet edince gönderiyorlardı çocuklarını.
Aralık ayındaki kış tatilinde 2 haftalık programlarımız oluyordu. Eşim de o dönemde yurda kendi öğrencileriyle programa gittiği için ev bize kalıyordu. Bir grup öğrencimle program yaptık. Son günü de annelerini davet etmek istedik. Çocuklar ev sahibi, anneler misafir olacaktı. “Öğrenciniz sizinle beraber mutfağa girip iş yapıyorsa hizmet etmeye başlamış demektir.” denirdi. Çocuklarla sabahtan vazife paylaşımı yaptık. Evin her yerini temizlediler, mutfağa girip ikram hazırladılar. Bir aradayken bizim kültürümüzden bazı şeyleri de öğreniyorlardı. Mesela evde kendimiz için yaptığım turşu vardı. Çocuklar da yediler ve çok beğendiler. Onlar turşuyu acılı yağlı baharatlı yapar. Beğendiklerini görünce “Size bizim turşuyu yapmayı öğreteyim.” dedim. Malzemeleri hazırlayıp beraber turşu kurduk. Annelerine maklube yaptık. Evimize gelen, beraber sofraya oturduğumuz velilerimizle iletişimimiz daha güzel gelişti, irtibatımız hala devam ediyor. Çocuklar “Annem sizi soruyor” hocam deyip görüntülü arıyorlar bazen. Yapılan hiçbir şey unutulmuyor. Rabbim rızasına nail olmayı nasip etsin.
TÜRK DİZİLERİ, ÖĞRENCİLERİMİZİN TÜRKİYE’YE BAKIŞINI DEĞİŞTİRDİ
-Pakistan halkı Türk kültürüne, yemeklerine, geleneklerine nasıl bakıyordu?
Benim öğrencilerim en çok börek seviyorlardı, patatesli böreğe bayılıyorlardı. Onların da yufkanın içine sarıp kızartarak yedikleri samosa diye bir şey var, böreğe benzeyen. Her programda “Hocam börek yapsanız” derdi çocuklar. Maklubeyi de çok severlerdi ama bir öğrencim, “Sizin yemekleriniz hasta yemeği gibi, hiç baharatları yok, biraz acı yapsanız maklubeyi demişti.” Çok baharatlı yemeğe alıştıkları için bizim yemekler onlara yavan geliyordu. Ben de onlara maklube yaptığımda taze acı biber kızartıp içine koyuyordum.
İlk zamanlar Türkiye’de herkesin bizim gibi tesettürlü giyindiğini sanıyorlardı. Bir öğrencimi yaz tatilinde Türkiye’ye getirmiştim, havaalanında büyük bir şok yaşamıştı. Orada herkes şalvar kamiz giyer. Bizim de geleneksel kıyafetimizin pardesü, etek, eşarp olduğunu düşünüyorlardı. Pakistan’a Türk dizileri gelmeye başladıktan sonra bakış açıları çok değişti. Modern, seküler hayatı konu alan diziler kafalarındaki Türkiye profilini değiştirdi.
-Pakistan’dan ayrılma sürecinde neler yaşadınız? Öğrenciler ve aileleri bu durumu nasıl karşıladı?
Son dönemde Karaçi’deydik. Öncelikle öğrencilerimizi düşünüyorduk. Türkiye’de çeşitli üniversitelere okumaya gönderdiğimiz öğrenciler vardı ve onların başına olumsuz bir şey gelmesinden endişeleniyorduk. Öğrencilerimizi uğurlarken içinde Pakistan toprağı ve bayrağı olan küçük birer sandık hediye etmiştik. ‘Eğitimini tamamla ve geri dönüp vatanına hizmet et’ anlamına geliyordu. 2016’da Türkiye’de sıkıntılar başlayınca öğrencilerin geri gelmesinin daha doğru olacağını düşünerek aileleriyle görüşmeye karar verdik. Gelip Pakistan’da devam edebileceklerini söyledik. Çünkü biz artık destek olamayacaktık. Yaz tatiliydi zaten.
Bir öğrencimiz tatile gelmişti ama dönecekti okuluna. Ailesi ile görüştüğümüzde babasının söylediği şeyleri unutamıyorum. “Benim kızımı düşünmeyi bırakın da asıl siz söyleyin nasılsınız?” dedi. Bizim de sıkıntılarımız başlamıştı. Vizelerimizin yenilenmeme durumu vardı. Babasının o ifadesi beni çok duygulandırmıştı. Bizim sıkıntılarımızı kendi evladının yaşadıklarından daha önde tutması çok değerliydi bizim için.
ÇOCUKLARIMIZ PAKİSTAN’I KENDİ VATANI SAYIYOR
PakTürk Okulları’nda çalışan herkesin 3 günde ülkeden ayrılması söylenmişti resmi makamlardan. O dönemde eşim PakTürk bünyesinde çalışmadığı için bizim vizemiz vardı. Dolayısıyla acilen çıkmamız gerekmiyordu. 3 günlük stresi yaşamadım ama arkadaşların sıkıntılarını çözmeye, kaygılarını gidermeye çalıştık. Karaçi’de PakTürk Koleji’nde lise derslerine giriyordum. Devletin yaptığı yıl sonu sınavlarına da çok az zaman kalmıştı. Son tekrarları yapıyorduk. Öğrencilerimi yarı yolda bırakmak istemedim, dönemi tamamladık. O dönemde sadece ben kalmıştım okulda Türk olarak. Yalnızlık hissini en çok o zaman yaşadım. Çok zor geldi o dönem bana. Bir yerin yaşanabilir olması aynı düşünceyi, aynı hissiyatı taşıdığım arkadaşlarımızın varlığıyla mümkünmüş meğer. Yine başa dönmüştük ve okulda tek Türk bayan öğretmen ben kalmıştım.
Sonra yeni dönemde tekrar başlamadım. Ben çalışmasam da eşim başka bir okulda devam ediyordu ve vizemiz olduğu için ayrılmayı düşünmüyorduk. Şartların bu kadar zorlaştırılacağını bilemiyorduk elbette. Bu ülkede tanıdığımız sevdiğimiz insanlarla bir arada olmak istiyorduk. Ama pasaportların süresi bitmek üzereydi. Yenilemiyordu konsolosluk. Mecburen ayrılmak zorunda kaldık. 28 Şubat 2018’de Bosna’ya geldik.
-Pakistan hayatınıza neler kattı? Oradan neler öğrendiniz?
Hayatımdaki çoğu şeyi Pakistan’da öğrendim diyebilirim. 11,5 yıl kaldım. Hayatın her aşamasında yenilikler yaşadım. Bekar gitmiştim, evlendim. Öğretmenlik tecrübemi orada kazandım. Anneliği ve annelikle beraber her şeyi idame ettirebilmeyi orada öğrendim. Üniversiteye kadar hayata daha farklı bakıyor insan. Okul bitince olgunlaşma dönemi başlıyor. Ben bunları Pakistan’da yaşadım. Gözünüzün içine sevgiyle bakan öğrencilere öğretmenlik yapmaktan çok lezzet aldım. O yüzden Pakistan’ın yeri çok farklı. Çocuklarım zaten orada doğdu, büyüdü. “İnsanın çocukluğu vatanıdır” diye bir söz var. Bizim için Türkiye vatan, Pakistan hicret mekanı olarak ‘ikinci vatan’dı ama çocuklarımız öyle bakmıyor, orayı vatan olarak görüyor. İlk hatıraları, öğretmenleri, okul hayatları hep orada başladı. Zaten bebeklikten itibaren okulda büyüdüler. Arkadaşlarını, öğretmenlerini çok sevdiler.
YAŞADIĞIMIZ SIKINTILAR BİZİM KADAR VELİLERİMİZİ ÜZDÜ
-Vatan aynı zamanda bir gün dönme hayali kurulan yer anlamına geliyor değil mi?
Evet, öyle, Pakistan çocukların dilinde hep. Bir gün oraya tekrar gideceğiz, şunları yapacağız, şunları yiyeceğiz vs. Hayallerinde hep orası var. Geçen gün Kübra durup dururken “Anne, Şamşat abla ne yapıyor şimdi?” diye sordu. Bahsettiği benim bir öğrencimdi. “Durduk yere niye sordun?” dedim. “Pakistan deyince hep öğrencilerin aklıma geliyor.” dedi. Sabahtan itibaren önce okul, sonrası veli ziyaretleriyle geçiyordu hayatımız. Veli ziyaretine götürmediğim zaman kızıyordu bana. “Sen orada şami kebap yiyorsun ben yemiyorum” derdi. Çocuklar her şeyini benimsemişlerdi.
Yaşadığımız sıkıntılar bizim kadar öğrencilerimizi, velileri de üzdü. Bir gün ülkemize dönebilmemiz için dua ettiklerini söylüyorlar. Ayrılma sürecinde bir öğrencimin velisi vedalaşmak için başka bir şehirden gelmişti, hediyeler getirmişti. Ev sahibimizle de konuşmuşlar bahçede. Ev sahibimiz dedi ki “Siz onların dilini bilmiyorsunuz (farklı şehirlerde çok farklı diller konuşuluyor) onlar sizinkini bilmiyor. Nasıl anlaşıyorsunuz?” Gerçekten o süreçte kalpten kalbe olan o muhabbeti hissettim. Sözle ifade edilmeyen, belki söze gerek de duyulmayan bir sevgi oluşuyor insanlar arasında. Buradaki okulda Pakistan’dan gelen öğrenciler var. Bazen görüşüyoruz. Her gördüğümüz Pakistanlı ile hiç yabancılık duymadan kendi milletimiz gibi yakın hissediyoruz. Biz orayı çok sevmiştik ve ‘gidin’ demeselerdi ayrılmazdık. Dualarımızda bir gün tekrar ziyaret edip, sevdiklerimizi tekrar görebilmenin umudunu yaşıyoruz.
Son.
***
Birinci Bölüm: Matematik öğretmeni Tuğba Ünverdi (1): Pakistan’da bildiklerimi öğretirken bilmediklerimi de öğrendim
No Comment.