PakTürk öğretmenlerinden Zeynep Simsar ile yaptığımız röportajın ikinci bölümünü yayınlıyoruz. Simsar, bu bölümde Pakistan’daki hayatını, öğretmenliğini ve tecrübelerini anlatıyor. Ayrıca ‘ikinci vatanım’ dediği topraklardan ayrılma sürecini ve şimdiki hayatına değiniyor.
-Sizin gözünüzde Pakistan nasıl bir ülke? İnsanlarını, kültürünü, yemeklerini vb. sizi etkileyen taraflarıyla anlatır mısınız?
Pakistan sıcak bir ülke. Fiziksel şartları itibariyle Türkiye’ye benzemiyor. Hele benim gibi yeşilliğin bol olduğu Karadeniz bölgesinden gitmiş birinin gözleri yeşillik arıyor. Ama yaşadıkça öğrendim ki, o yerleri asıl güzel yapan, yaşanabilir kılan orada kurulan dostluklar, arkadaşlıklar ve kardeşliklerdi. Bu sebeple Pakistan benim ‘ikinci vatanım’ olmuştu. Orada gördüğüm herkes ailemden biri gibiydi; amcam, halam, abim, ablam gibi.. İnsanları çok mülayim, yumuşak huylu, saygı-sevgi dolu ve misafirperverdi. Ne zaman bir yere davet edilsek ikram, iltifat görürdük. Ev sahipleri yemek vakti önceliği misafirlerine verirdi. Hatta bazı evlerde sofra kurulur, ikramlar konulur ve misafir rahat yesin diye ev sahibi diğer odaya geçerdi.
Pakistan’daki ilk Ramazan ayımızda öğrenci arkadaşlarla iftara davet edilmiştik ve bu aynı zamanda Pakistanlı bir ailede ilk iftarımızdı. Orada yaşayan Türk bir aile de bizimle beraberdi. Yemekleri önce onlar tadıyor; acılık derecesine göre hangilerini yiyip yiyemeyeceğimizi söylüyorlardı. Aslında yemeklerin hepsi güzeldi fakat o zamanlar alışık olmadığımız için bize yardımcı oluyorlardı. Çünkü Pakistan yemeklerinde bol ve çeşit çeşit baharat kullanılır. Benim o zamanki baharat repertuarımda sadece tuz, nane, kırmızıbiber ve karabiber vardı. Ama sonraları Pakistan yemekleri vazgeçilmezim oldu.
NE KADAR BAHARAT KOYMUŞSAM ARTIK, KARDEŞİM UYARDI!
Artık baharatsız yemek lezzetli gelmiyor. Öyle ki, Türkiye’ye tatile gittiğimde bir zaman ben yapmıştım yemeği. Ne kadar baharat kullanmışsam artık, kardeşim “Abla sen yapma yemekleri!” demişti. Yine bir Ramazan’da, kurs öğretmenimiz arkadaşlarla beni iftara davet etmişti. Sofra kuruldu ve biz oturduk. Su ve hurma ile orucumuzu açtık. Devamında pakora, samosa (börek tarzı kızartmalıklar) ile karnımızı doyurduk. Öyle lezzetlilerdi ki! Namaz kılmak için sofradan ayrıldık. Geri dönünce baktık tekrar sofra kuruluyor ve çeşit çeşit yemekler geliyor. Meğer önce hafif atıştırmalık yenir, namazdan sonra ana yemek yenirmiş. Bizim kültürde hepsini bir arada yapmaya alıştığımızdan o atıştırmalık kısmında bir güzel doymuştuk. Sonraki Ramazanlar için iyi bir tecrübe olmuştu.
Bu coğrafyada hava sıcaklığı ve bilhassa yüksek nem oranı insanları olumsuz etkiliyor ve yavaşlatıyor. Gündüz sıcaklığın en yüksek olduğu 2 ile 4 saatleri arasında dükkanlar kapanır, sokaklar sessiz olur. İlk gittiğimde bu sessizlik bana çok değişik gelmişti.
-Pakistan halkı ile, bilhassa öğrenci ve velileriyle ilişkileriniz nasıldı? Onlarla yaşayıp unutamadığınız hatıralarınız neler? Beraber yaptığınız sosyal, kültürel, manevi etkinliklerin yansımalarını, tesirlerini anlatır mısınız?
Kıyafetlerimizin farklılığından dolayı yabancı olduğumuz anlaşılıyordu ama Pakistan halkından hiçbir zaman üstten bakma, dışlama gibi hareketler, tavırlar, duygular hissetmedim. Aksine Türk milletine karşı sevgi dolu idiler. Pazara gittiğimizde amcalar nereli olduğumuzu sorar, “Turki” deyince hemen “Kardeş, kardeş” diyerek sevgilerini gösterirdi.
YAPTIĞIM KEKE UN KOYMAYI UNUTMUŞUM!
Yaklaşık 6 yıllık öğrencilik dönemimde bir taraftan da derslerine yardımcı olduğum öğrencilerim vardı. Bu sayede öğretmenliğe ilk adımı atmış, tecrübe kazanmış oldum. Onlar için yemek ve ikramlar hazırlamak benim için zordu aslında, çünkü ailemle yaşarken pek ilgim yoktu. Annem öğretmek istese de mutfağa girmezdim. O yüzden yemek pişirmeyi de tam manasıyla öğrencilerimle öğrendim diyebilirim. Hatta bir keresinde öğrencilerim için kek pişireceğim; malzemeleri almaya markete gittiğimde bir abla ile karşılaştım ve ona tarif sordum. Onun söylediği her şeyi alıp eve gittim ve bir karışım hazırlayıp fırına koydum. Ben pişmesini beklerken ev arkadaşım gelip keke bakmış ve çok sıvı olduğunu görünce tuhaflığı fark etmiş. Kekin içine neler koyduğumu sordu. Hepsini saydım. Meğer un koymamışım. Çünkü marketteki abla bana undan bahsetmemişti. Tepsiyi fırından çıkarıp un ekleyerek pişirdik. Çok şükür ki sevgili öğrencilerimizin hürmetine sonunda güzel kabarmıştı.
Başka şehirden gelmiş bir öğrencimiz vardı. Sınava hazırlanırken bizimle kalıyordu. Beraber sofraya oturmuş, ortadaki tabaktan onların meşhur yemeği ‘biryani’ yiyoruz. Biraz sonra dedi ki “Abla siz benimle aynı tabaktan yemek yiyorsunuz.” Ne demek istediğini önce anlamadım. “Ne varki bunda? Biz kardeşiz.” dedim. Sadece bu sözüm onu çok mutlu etmişti. Çünkü biz öğrencilerimizden kendimizi farklı görmüyor; onların arasında, onlardan biri olarak yaşıyorduk.
‘BİZİM İÇİN KENDİ ÇOCUĞUNUZU FEDA EDİYORSUNUZ!’
Ramazanlarımız, iftarlarımız, yatılı programlarımız çok güzel ve eğlenceliydi. İnternet, televizyon vb. yoktu ama biz öğrencilerimizle vaktin nasıl geçtiğini anlayamıyorduk. Ben inanıyorum ki, masum yavrularla beraber olduğumuz için Rabbim bizim şahsi hayatımızdaki zorlukları da kolaylaştırıyordu. Meselâ, ilk evladım Zehra bebekken diş çıkarma döneminde ateşlenme, uykusuzluk ya da huzursuzluk gibi şeyler hiç yasamadık, çok şükür. Çünkü öğrencilerimle yaptığım kitap okuma programına denk gelmişti. Bu programlarda onlarla daha çok vakit geçiriyor, serbest zamanlarda bahçede oyunlar oynuyor, evimize yatılı alıyorduk. Bütün bunlar çocukların çok hoşuna gidiyor, öğrenme ve okuma şevkleri artıyordu. Dersler bittikten sonra okulun bahçesinde de hem gün boyu beni özleyen kendi çocuğumla hem de öğrencilerimle oyun oynardık. Öğrencilerimden birisi “Hocam bizim için kendi çocuğunuzu feda ediyorsunuz!” dediğinde çok duygulanmıştım. Orada yapılan fedakarlığı anlamış olmaları, kendilerine verdiğimiz değeri ve sevgimizi görmeleri bana yetiyordu.
Okuldaki mesaimiz bitince birkaç öğretmen arkadaşla beraber, bazen rikshaw (Pakistan’ın yerel aracı) bazen okulun servisi ile veli ziyaretlerine giderdik. O sıcak havalarda zor olsa da öğrencimizin iyiliğini, düşünerek şevkle, heyecanla giderdik. Yılların verdiği tecrübe ile çocukların anneleri ile rahat iletişim kurabiliyor, biraz öğretmen, biraz anne, biraz arkadaş gibi oluyorduk. Anneler de bizimle dertleşebiliyordu. Böylece aramızda samimi köprüler kurulmuştu. Onlarla oturup sohbet ederken kendi köyümdeki arkadaşlarımla berabermişiz gibi hissediyordum bazen. Onlardan biri gibiydim.
ÇOCUK BAKICIMIZ SAYESİNDE URDUCAYI ÖĞRENDİM
Öğrenciyken Pakistan’ın resmi dili olan Urducayı biraz öğrenmiştim. Pazarlardaki amcalar sağolsun, onlardan öğrendiklerimi küçük bir deftere not alır, her gün okurdum. Ama yine de öğrencilerin aileleriyle anlaşabilecek seviyede değildim. Evlendikten sonra ilk tayin yerimiz olan Khairpur’da bir müdür yardımcısı ablamızın veli ile tamamen Urduca anlaştığını görünce hem hayran kalmış, hem de ‘bende böyle olabilir miyim’ diye düşünmüştüm. İlk evladımız doğduktan sonra bir bakıcıya ihtiyacımız oldu. Tek iletişim dilimiz Urduca olduğu için başta biraz el kol hareketleriyle anlaşmaya çalıştık fakat ilerleyen zamanlarda tamamen Urduca konuşabiliyorduk.
Çok şükür minik evladımın vesilesiyle ve sevgili bakıcımızın da yardımıyla Urducayı öğrendim. Bu da veli ziyaretlerimizi daha güzel hale getirdi. Her derdimi kendim ifade edebiliyordum. Veliler de bunu görünce bize olan güvenleri ve sevgileri bir kat daha artıyordu. Ben sadece kalpten öyle bir dilek geçirmiştim ama Rabbim nasip etti. Bazen derste çocuklar konuyu İngilizce anlamakta zorlandığında Urducadan yardım alıyordum. Bu da onların matematiğe karşı korkularını azaltıyordu.
-Pakistan halkının Türk Okulları’na ve öğretmenlerine karşı duygu ve düşünceleri nasıldı? İletişim kurarken çok zorlandığınız veya umduğunuzdan kolay olan şeyler var mıydı?
Pakistan halkının okullarımıza güven duymasında ilk giden abilerimizin, ablalarımızın bıraktığı izlenimler çok büyük rol oynamış. Tarihten gelen bir sevgileri de var ama yine de kendi kültürlerinde özellikle kız çocuklarını yabancıların olduğu programlara göndermeleri zordu. Bunun için bizleri tanımaları ve güven duymaları gerekirdi. Bu noktada veli ziyaretleri çok önemli rol oynuyordu. Beni en çok zorlayacak şey aile özlemiydi belki ama zamanla ona da alışıyordum. İnsanı zorlayıcı bir çok durum vardır belki ama Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi “Elemi gider lezzeti kalır.” Şimdi dönüp o günlere baktığımda yaşanan zorluklar değil, daha çok maceralı, lezzetli tarafları geliyor aklıma.
‘YARATILANI SEV YARADAN’DAN ÖTÜRÜ’ SÖZÜNÜ ANLAYAMAZDIM
-Ülkeye ilk giderken var olan duygularınız ve fikirleriniz zaman içinde değişti mi?
Türkiye’de duyduğum, öğrendiğim bir çok kavramın hakikatine Pakistan’da vâkıf oldum diyebilirim. Hizmet, hicret, kul hakkı, Allah rızası vb. gibi terimleri, duyguları, düşünceleri yaşadıkça, gördükçe, tecrübe ettikçe öğrendim. “Her nimetin şükrü kendi cinsindendir” sözünün manasını anladım. Matematik bilmenin şükrü matematik ögretmek, yemek pişirmenin şükrü ikram etmek, sağlığın şükrü insanlarla birlikte olmak, onlara bir seyler anlatmak, kalplerine dokunabilmek. 3 şey biliyorsak 4, 5, 6… ve daha fazlasını hayatımıza, ibadetlerimize eklemek.
-Pakistan’ın kişisel hayatınıza tesirleri, katkıları neler? “Buraya gelmesem bilemezdim, öğrenemezdim vb.” dediğiniz şeyler var mı?
Pakistan’a gelmeseydim “Yaratılanı sev Yaradan’dan ötürü” cümlesini anlayamazdım. Peygamber Efendimiz’in (SAS) neden ümmeti için bu kadar çabaladığını, sahabe efendilerimizin çoğunun neden Mekke Medine dışına çıktıklarını, “Emr’i bil ma’ruf nehyi anil münker”in ne manaya geldiğini anlayamazdım.
-Pakistan’dan ne zaman, hangi sebeple ayrıldınız?
2018 yılında bütün Türk öğretmenlerle beraber eşimin ve benim de çalışma vizelerimiz devlet tarafından uzatılmadı. Türkiye’de yaşanan 15 Temmuz sürecinin bize yansıması böyle oldu. Her ne kadar halk bizim yanımızda olsa da resmî olarak hayatı idame ettirmek zor olacağından üzülerek ayrılmak durumunda kaldık.
-Şu anda bulunduğunuz ülkede hayatınızı nasıl devam ettiriyorsunuz?
Hayatımın bu kısmını da Allah’ın bir lütfu olarak düşünüyorum. Evim, ikinci vatanım olan Jan (canım) Pakistan’dan ayrılmıştım fakat hayatımın bu bölümünde de Rabbim bana hizmetin sadece öğretmenlik olmadığını gösterdi. Bir börek yapıp ikram etmek, arkadaşını kahveye çağırıp derdini dinlemek, elindekini paylaşmak vb. de hizmetin bir parçası. Çalışırken bunları yapması kolaydı ama şükürler olsun Rabbim hem bolluk zamanında hem darlık zamanında hizmet etmeyi nasip etti. Hepimizin bildiği bir hadiste Resulullah (SAS) buyururlar ki: “Allah Tealâ Hazretleri diyor ki: Ben, kulumun benim hakkımda yaptığı zanna göreyim. O, beni zikretti mi onunla beraberim. Eğer o beni nefsinde zikrederse ben de onu onunkinden daha hayırlı bir cemaat içerisinde zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zira yaklaşırım, o bana bir zira yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak giderim.”
Bunu hep duymuştum ama ne kadarını anlamışımdır bilemiyorum. Coronavirüs salgınından dolayı bütün şehrin karantinada olduğu, istediğimiz zaman markete çıkamadığımız, çocuklarla elimizdeki meyveyi 3’e bölerek yediğimiz bir dönemdi. Bir gün evimizin karşısındaki çöpe yaşlı bir teyze gelmiş, bir şeyler arıyordu. Hem çocuklar öğrensin hem de elimizdekileri paylaşalım diye bir torbaya makarna, yumurta, patates koyup çocuklarla gönderdim. Üzerinden kısa bir zaman geçti. Bir arkadaş geldi, elinde çeşit çeşit meyvelerle dolu bir torba ile. Çocuklar küçük olduğu için evde bırakıp alışverişe çıkamam diye ikram etmişler. O gün kutsî hadisi daha iyi anlamıştım. Bizim verebildiğimiz bir kaç bir şeydi ama Rabbim karşılığını çeşit çeşit meyve ile göndermişti. Bu zamana kadar ailemin ve arkadaşlarımızın maddi manevi destekleriyle hayatımızı devam ettirdik.
‘SENİN VERDİĞİN BURSLARLA BELKİ BEN OKUDUM!..’
Şu an bulunduğum ülkede yasal olarak mülteci konumunda olduğumuz için son bir yıldır Birleşmiş Milletler’den yardım paketleri de geliyor. Ayrıca, yaklaşık 2 sene boyunca buradaki okulda çalışan bir öğretmenimizin bebeğine baktım. Geldiğinde 8 aylıktı. Evimizin yeni üyesi ve neşesiydi. Bu zamana kadar hep vermeye alıştığımızdan birinden bir şey almak zor geliyordu ama öğretmen arkadaşın şu sözü beni çok rahatlattı: “Belki senin verdiğin burslarla ben okumuşumdur, şimdi de benim sıram. Eğer bir ihtiyacın olursa çekinme.” Bu birbirimizi kardeş olarak hissettiğimizin bir ifadesiydi.
Bir ablamız da “Zeynep sen bu süreci iyi atlattın.” demişti. Pakistan’da son dönemde yaşadığımız sıkıntılar, oradan ayrılışımız, çocuklarla ben bir ülkede, eşimin başka ülkede kalmamız ve maddi-manevi zorlukları kast ediyordu. Buna karşılık dedim ki “Elhamdulillah, kendi öz kardeşlerimizin yanında hizmet kardeşlerimizin bizleri arayıp sorması, maddi ve manevi olarak desteklerini görmek beni daha da canlandırıyor.”
Bugünkü Zeynep, Pakistan’da ilk öğrencilik yıllarımda gördüğüm ablalarımızın fedakarlıkları, öğretileriyle büyümüş Zeynep’ti. Zorlu dönemlerden geçmişti ve yıkılması kolay olmazdı inşallah. İşte Pakistan’a gitmeseydim belki şu zamanda olan hadiseler karşısında sağlam durmak zor olabilirdi.
(1) Hacettepe’yi bırakıp Pakistan’a giden Zeynep Simsar: Hicret heyecanı ile aile özlemini bile unuttum
No Comment.