Türkolog, Prof. Dr. Muhammed Sabir, hayatını Pakistan-Türkiye dostluğuna adamış bir isim. Bediüzzaman Said Nursi’nin kitaplarını okuduktan sonra kendisini ‘Nur Şakirdi’ ilan eden Sabir, Türkiye’ye gelip Emirdağ’da Üstad’ın misafiri olur. Sabir’e göre, iki ülke arasındaki dostluğu yaşatacak olanlar ancak Pakistan’daki Türk Okulları mezunlarıdır.
Cismi büyük yıldızlar, Kehkeşanlar vardır, uzaklarda göze çok takılmayan… Yakındaki ufacık yıldızların ışığında buğulanan, kaybolan… Bazen dolunay gibi parlarlar. Unutulup giderler bir cevher-füruşanın eline geçene kadar. Araya zaman bir perde gerer, yollar toza toprağa karışır. Sular akar üzerinden, nehirler alüvyonlar getirir çarşaf çarşaf… Sonrasında bilenler de göçünce, bir kadirşinas elin kazma vurmasını bekler dururlar. Onları görmek bazen dürbünlerle ancak mümkün olur. Bir dürbüne takılıp hatırlanmayı beklerler senelerce.
Göz kamaştıran böyle bir pırlantaya bundan beş sene evvel rastlamıştım. Pakistan’da İkbal’in şehri Lahor’da Türkçe öğretmenliği yaparken lisanımızın öğretilmesi konusunda bir Türkçe-Urduca lügat ihtiyacı doğdu. Ne elimizde ne de piyasada böyle bir eser vardı. Öğrenciler her seferinde Türkçe kelimeler için önce İngilizce sonra da Urduca lügatlere bakıyordu. Bir arkadaşımız Ankara Üniversitesi’nde doktorasını yapmış Prof. Yakup Mugal’in derlemesini buldu. Sonra bir program vesilesiyle kendisiyle karşılaşınca lügat meselesini açtım, o da bana Karaçi’deki Prof. Dr. Muhammed Sabir’in böyle bir lügat yazdığını, fakat tek baskısının 35 sene önce Karaçi’de yapıldığını, daha sonraları ise Zafer Aybek tarafından bir başka lugatin hazırlanıp 1989 yılında Pakistan Millî Eğitim Bakanlığı’nca basıldığını ancak piyasada hali hazırda baskısı olan bir sözlük bulunmadığını aktardı.
Bediüzzaman Hazretleri’nden bir gül
Telefonda ismimi söyleyip meramımı arz edince hayat hikâyesini ve Türkiye’de geçirdiği yıllardan hatıralarını anlattı. Hiç unutamadığı bir anısı da, 1958 senesinde Isparta’da Bediüzzaman’la görüşmesiydi. Oturulmuş, konuşulmuş. Ayrılmadan önce, 50 sene geçmesine rağmen tebessüm ettiği, özlem ve hasretle anlattığı bir ân var ki, bunu ifadeye kelimeler kifayetsiz: “Bediüzzaman Hazretleri hatıra olsun diye yüzüme küçük bir gül kondurdu.”
Prof. Sabir’in Bediüzzaman’la tanışması daha Türkiye’ye gelmeden önce olur. Demokrat Parti döneminde geçmişe nispetle baskılar azalmış, Risale-i Nurlar’a mahkemelerden peşi sıra gelen beraat kararları ile eserlerin Türkiye ve dünyaya yayılması hız kazanmış ve Risale-i Nurlar Pakistan’a da ulaşmıştır. Prof. Sabir, Türkiye’ye gelmeden üç yıl önce, yani 1955 yılında, Nurlarla tanışmıştır. O yıllarda Hilâl ve İslâm Gazetesi sahibi Salih Özcan, ona Pakistan basın ataşesi Yakup Dadaşi vasıtasıyla bir mektup ve beraberinde Said Nursi’nin hayatını anlatan kitap yollar. Okuduklarından çok etkilenen Sabir, Bediüzzaman’ın hayatını araştırmaya başlar ve ona birçok mektup yazar.
Mektuplar genelde İslâm birliği, inancımızı tehdit eden komünizm ve esaret altındaki Müslüman ülkelerin durumlarıyla alâkalıdır. Mektuplarının birinde ise, Said Nursi’yi Pakistan’a davet eder. Bediüzzaman, Sabir’in mektuplarına karşılık verdiği gibi, bu mektupların bir kısmını Tarihçe-i Hayat’ına da almıştır. Ardından genç Sabir, Pakistan’da yayın yapan, Cenk, Davet, İstiklâl, Asya, İnkılâp isimli saygın gazetelerde Bediüzzaman ve Nur Risaleleri hakkında 12 ayrı makale yazar. Bediüzzaman’a yazdığı bir mektubunda ise bu makaleleri kitaplaştırmak için izin ister.
Üstad’ın Sabir’e tavsiyesi
Doktora eğitimini almak için geldiği Türkiye’de, Bediüzzaman ile görüşmek için sabırsızlanır. Ve önceden beri tanıdığı Salih Öcan’ı devreye koyarak görüşme talep eder ve bu isteği kabul görür. Prof. Sabir bu görüşmeyi şöyle anlatır: “1959 senesinde Salih Özcan Bey, ziyaret meselesini üzerine alıp beni bir adamla Said Nursi’nin Emirdağ’daki evine gönderdi. O sıralar ziyaretçi kabul etmeyen Bediüzzaman, Pakistanlı olduğumu duyunca beni kabul etti. Emirdağ ilçesinde iki katlı bir evde oturuyordu. Eve girdiğimizde bizi ayakta karşıladı. Selâm verdim, beni bağrına bastı, ‘Pakistanlı oğlum hoş geldiniz.’ dedi. Başında sarığı vardı. Evindeki eşyalar ise çok basit ve eskiydi. Evde bulunan talebelerine benim için yemek hazırlamalarını söyledi. Üstad yemek için bizden müsaade istedi. Bizimle yemedi, ben çok az yerim; ama siz yiyin, dedi. O gün evde bulunanlarla birlikte pilav ve yoğurt yedik.”
Bediüzzaman’ın Emirdağ’daki evinde bir gece konaklayan Prof. Sabir, Üstad ile sohbet etme imkânı bulur. Ona, çeşitli meselelerle alâkalı sorular sorar. Bediüzzaman, kendisine siyasete girmemesini tavsiye eder. Prof. Sabir, “Hayatım boyunca bu tavsiyeye uydum ve şu yaşıma kadar asla hiçbir siyasî partiye üye olmadım.” der. Sohbetin sonunda Üstad, Sabir’e daha önce kimseye yapmadığı bir iltifat yapar, talebelerinden birini yanına çağırır ve arabasının hazırlanmasını ister: “Pakistanlı oğlum sizi ben uğurlayacağım!”
Dostluğu bu okullarda yetişenler tesis edecek
Prof. Sabir bizi üniversitedeki kürsüsüne davet etti. Ziyaretlerde “Bedenen Pakistanlı, ruhen Türküm.” derdi. Muhammed Sabir, Pakistan’da bir Türkiye sevdalısı olarak yaşıyordu. Türkiye ile Pakistan arasında dostluk köprüleri kurmak için zamanında önemli girişimlerde bulunmuştu. Bayrağı ondan devralanların iki ülke arasındaki dostluğu pekiştirmek için, canla başla çalıştıklarını gören Prof. Sabir, ömrünün 60 yılını verdiği Türkçe’nin artık Pakistan’da Türk Okulları tarafından öğretilmekte olmasından duyduğu mutluluğu şöyle ifade ederdi: “Ancak Pakistan’da açılan Türk Okulları’ndan yetişen yeni nesiller Pakistan-Türkiye dostluğunu geleceğe taşıyabilir, sağlam ve kalıcı işbirliği ancak bu bu yolla mümkün olur.”
Prof. Dr. Muhammad Sabir İhsanoğlu, 8 Kasım 2009’da, Karaçi’de 74 yaşında vefat etti.
Hayatı ve çalışmaları
Muhammad Sabir, Hindistan’ın Allahabad şehrinde 13 Mart 1935 tarihinde dünyaya geldi. Pakistan’ın Hindistan’dan ayrılmasından sonra mübadelede binbir sıkıntıyla ailesiyle Karaçi’ye göç etti. Karaçi’de Çin’den kaçarak Pakistan’a yerleşen Uygurlu Haşim Beg Dursunoğlu’ndan Türkçe öğrendi. Karaçi Üniversitesi İslâm Tarihi Bölümü’nden mezun oldu. Türk kültürü ve tarihine merakından dolayı araştırmalar yaptı, yazılar yazdı. Türkiye’ye gelmeden önce Türk Kültür Derneği’ne üye oldu. Dönüşte bu derneğin genel sekreterliğini üstlendi. 1958 yılında Türk-Pakistan Kültürel Sözleşmesi gereği, birçok talebe içinden seçilip ihtisas yapmak üzere İstanbul’a gönderildi.
İstanbul Üniversitesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Türkiye’deki ilk Pakistanlı talebelerden biri olarak 1958-1961 yılları arasında Zeki Velidi Togan, Ali Nihat Tarlan ve Ahmet Caferoğlu gibi değerli isimlerin gözetiminde büyük Türk-İslâm şairi ve mütefekkiri Ali Şir Nevai üzerine doktorasını tamamladı. Türkiye’deki dil inkılâbı hususunda çalışmalar, araştırmalar yaptı. Bu üç sene zarfında Türk tarihi üzerine yaptığı araştırmalarında Osmanlı tarihçisi İsmail Hâmi Danişment’ten de istifade etti. Medeni cesareti ve girişken yapısı sayesinde, kısa sürede o dönemin ilim ve siyaset dünyasından birçok ünlü isimle tanıştı.
3 alfabede Türkçe okuyup yazıyor
1962’de, Pakistan’a dönüp Karaçi Üniversitesi’nde İslâm Tarihi Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı. İsmet İnönü’nün yardımıyla 1963’te Karaçi Üniversitesi’nde ilk Türk Dili Bölümü’nü açtı. Karaçi Üniversitesi’nde uzun yıllar, İslâm Tarihi ve Türk Dili Bölüm Başkanı ve Edebiyat Fakültesi’nin dekanı olarak görev yaptı. 1995 yılında emekli olduktan sonra da aynı üniversitede haftada iki gün Türkoloji dersleri vermeye devam etti.
Ana dili Urducadan başka çok iyi derecede Osmanlıca, Çağatayca, Türkçe, Farsça ve İngilizce bilen, Türkçeyi Lâtin, Kiril ve Arap harfleriyle okuyup yazabilen Prof. Sabir, çok sayıda eser yazdı. Pakistan’ın millî dili olan Urducanın Türklere öğretilmesinin önünü açmak için 1968’de ilk muazzam Türkçe-Urduca Lügati meydana getirdi. Urduca’da bulunan Türkçe asıllı kelimeler hakkında birçok makale kaleme aldı.
1967’de Pakistan’da ilk defa Türkçe ve Osmanlıca eserleri esas alarak yazdığı ve Pakistan üniversitelerinde halâ okutulan ‘Turkan-i-Usmani’ adlı Osmanlı Tarihi’ni meydana getirdi. Mehmet Âkif, Namık Kemal ve birçok önemli ismin eserlerini Urducaya çevirdi. Hindistan’daki Türk hükümdarı Zahirettin Muhammed Babür’ün Çağatayca divanını Urducaya çevirdi. Vefatından bir ay önce Zahirettin Babür’ün tasavvuf üzerine ‘Resail-i Validiye’ adlı eserinin çevirisini tamamladı.
Kıbrıs Savaşı sürerken “Kıbrıs Türk’ündür.” diyerek 20’ye yakın makale yazdı. Orta Asya, Türkiye, Ortadoğu ve Hindistan-Türk tarihleri üzerine birçok yazı ve makale kaleme aldı. Pakistan’a gelen Türk heyetlerine tercümanlık yaptı.
Tarihçe-i Hayat’taki mektuplarından parçalar
Maksadım, İslâmiyet’e hizmet, Türk edebiyatını tanıtmak ve Türk düşmanlarına karşı, yazmak ve çalışmaktır. (T: 687)
Bu mektubumdan sonra, size mühim bir mektup yazacağım ve bunda, niçin Üstad’ın İslâm dünyasının en büyük din şahsiyeti olduğu ve bunun gibi hiçbir adam, ne Endonezya, ne Hindistan-Pakistan yarımadası, ne Arap ve ne de Afrika’da çıkmadığı gösterilecek.
Ey Nurcu dostlarım! Türk-Pakistan dostluğu için çalışınız, komünistlerden âgâh olunuz. İftihar ederiz ki, Türkiye ile Pakistan, Bağdat Paktı muahedesinde şeriktir. Yolumuz İslâmîdir, ne Arapçılık, ne İrancılık…
Geçen ay, Seyyid Ali Ekber Şah beni çağırdı, bu zât 1950’de Üstad’ımızı görmüş, bana çok iyi malûmat verdi. Bu zât, Üstad’a selâmlar ve talebelere dualar ediyor ve diyor ki: “Ben iki adamın tesiri altında kaldım: Biri Mevlânâ, diğeri de Said Nursî.”
***
Nur şakirdi oldum
Ben, bir Pakistanlı Müslüman’ım, Türkiye’ye hiç gitmedim, Said Nursî’yi görmedim, lâkin İstanbul Üniversitesi Nur talebelerinin neşrettiği kitaplardan bazı parçaları mütalâa ederek, hakikî, ruhanî bir lezzet hissettim. Ve şimdi, bu uzak diyarda bir Nur şakirdi oldum.
Ana dilim Urducada yazılmış bu gibi eserler yok. Ve Nursî gibi bir din kahramanı, Hindistan ve Pakistan’da yok. Bu bir hakikattir. Eğer bu eserler Urducaya tercüme edilirse, büyük İslâmî hizmetler olacağını ümit ediyoruz.
***
Said Nursi, bütün İslâm gençliğinin üstadıdır
Muhterem Efendim,
Aziz ve büyük Üstadımız olan Hazret-i Bediüzzaman Said Nursî’nin mühim eserlerini aldım. Başka eserlerini görmemiştim. Siz bana ilk defa olarak gönderdiniz. İmtihanım çok yakın. Mayıstan sonra Hazret-i Üstad hakkında ve onun imanî ve Kur’ânî hizmetlerine ait makaleler yazacağım. İnşâallah, sizlere burada neşrolunan nüshalardan da göndereceğim. Maddeten sizi tanımıyorsam da, mânen tanırım. Kur’ân-ı Kerîm’e göre bütün Müslümanlar, hakikî bir kardeş gibi… Ben size, sizin İslâmî birader ve bahusus Türkiyeli Müslüman ve Nurcu olmanız haysiyetiyle yazıyorum. Ben bir Pakistanlıyım, Türkiyeli değilim. Anadilim Türkçe değil; fakat Nur talebesiyim. Bediüzzaman Said Nursî’yi en büyük din ve fikir adamı bilirim ve kendimi bir Nur talebesi ilân ederim. Said Nursî Hazretleri değil sizlerin, bütün İslâm gençliğinin üstadıdır. Maalesef memleketimizde Türkçe bilen yoktur, bunun için Üstad’ın hizmetlerine vâkıf değiller.
Pakistan’dan Risale-i Nur hakkında size malûmat veriyorum:
İki yıldır biraz çalışıyorum. Pakistan, Buhara ve Birma gazetelerinde makaleler yazdım. Çok takdir edilip, benden Türkler ve Risale-i Nur hakkında yazı rica ettiler. Benim, evvelâ Üstad hakkında malûmatım yoktu. Bu meyanda Salih Özcan adlı bir gence, Türkiye’ye dair kitaplar göndermesi için yazdım, bana gönderdi. Bunlardan birisi Serdengeçti idi. Bunda, Risale-i Nur hakkında bir makale gördüm. Okudum, istifade ettim ve Risale-i Nur hakkında malûmat toplamaya başladım. Ben üstadın eserlerini okuyup yazmayı çok isterdim. O zamandan beri, onun yazılarını okudum düşündüm. O nedir? Bana malûm oldu ki: Ona karşı İslâm düşmanları propaganda yapmışlar. Onun hakkında bugüne kadar on iki makale yazdım. Üstad hakkında yazılan bu makaleler, diğer dillere de tercüme edilmiştir. Bugün onu, binlerce belki milyonlarca Müslim ve gayrımüslim biliyor. Benden, onun hakkında malûmat istiyorlar. Her gazete onun hakkında yazmak istiyor. İnşâallah, üç ay sonra bu konuda bütün enerjimle çalışacağım. Düşman-ı İslâm’dan korkmuyorum. Karaçi’de Üstadın kitaplarını ve başka Türkçe kitapları topladım ve küçük bir kütüphane tesis ettim. Türkiye’den gelen bütün kitaplar buradadır.
***
Nur dostları Urducayı öğrensin
Nur dostlarımızdan rica ederim ki, Türk-Pakistan dostluğunun bağlarını müstahkem eylesinler; Urdu lisanını öğrensinler. Bu yarımadada yüz otuz milyon Müslüman’ın, millî lisanı yalnız Urducadır. Bizler burada, Türkçe için çalışıyoruz. Türkçe bilen, Sibirya’dan Arnavutluğa kadar altmış milyon Müslüman ve Türkiye’deki yirmi beş milyon Türk’tür.
***
Üstad, İslâm dünyasının cevheridir. Onun hakkında malûmat azdır. Onun eserleri Farsça, İngilizce ve Urducaya tercüme edilmemiştir. Lâkin istikbalde olacaktır.
***
Biz Pakistanlılar Türkiye’yi İslâm dünyasının lideri olarak görmekteyiz.
Türkiye, İslâm dünyasının batı kalesidir. Türkiyesiz ittihad-ı İslâm mümkün değildir. Size, Üstada dâir makalelerimi gönderdim. Pakistan’da; ne Türk okulu, ne kütüphanesi, ne çalışkan adamları ve ne de büyük elçiliğinizde Urduca bilen adam vardır. Onlar, Pakistan’ın gençleriyle temasta değiller; Türkiye ile ilgili Urduca yayın da yoktur. Elçiliğiniz görevlileri, davet edildikleri toplantılara katılmıyorlar. Basın Ataşeliğinizde dine dâir malûmat ve kitap da yoktur.
***
Rabbimize hamd olsun ki, Prof. Muhammet Sabir’in büyük bir hüzünle bu satırları yazdığı günlerden bu yana, çok şey değişti. Bugün artık sadece Pakistan’da değil, dünyanın her yerinde Türkçeyi öğreten gül yüzlü, nur yüzlü öğretmenlerin görev yaptığı Türk okulları var. Onlar bugün, sadece Pakistan’a değil dünyanın her yerine ilim, irfan ve ışık saçıyor. İslâm dünyasının ümit tomurcuklarını yetiştiriyorlar…
(*) Bu yazı, ilk olarak Sızıntı dergisinin Temmuz 2013 sayısında yayımlanmıştır.
No Comment.