Mesleğine aşık bir öğretmen Züleyha Özşahin. Henüz lise öğrencisiyken başka ülkelere gidip öğretmenlik yapmanın hayalini kuruyordu, fakat bunun için uzun yıllar beklemesi gerekti. Türkiye’de 15 sene öğretmenlik yaptıktan sonra nihayet yolu Pakistan’a düştü. Fakat öğrencilerle arasında çok büyük bir engel vardı: İngilizce!
Züleyha Hoca, İngilizce öğrenip bir an önce öğrencilerine kavuşabilmek için gece gündüz demeden çalışıp gayret etti. Yeniden öğrenci oldu adeta ve bir yıl içinde ders anlatma seviyesinde İngilizce öğrendi. Mesleğe yeni başlıyormuş gibi büyük bir heyecanla, sevgiyle sarıldı öğrencilerine. Züleyha Özşahin ile 4,5 yıl süren Pakistan macerasını, hiç unutamadığı öğrencilerini ve mecburen ayrılma sürecinde yaşadıklarını konuştuk.
-Pakistan’a gitmeden önceki hayatınızı kısaca anlatır mısınız? Nerelisiniz? Eğitim hayatınız nasıl geçti?
Samsun Bafralıyım. 1990’lı yılların başında Bafra Lisesi’ne giderken başımı örtmeye karar vermiştim. Ablam ve bir arkadaşımla beraber başını örten 3 öğrenciydik okulda. O zamanki şartlarda liseye başörtülü gitmek mümkün değildi. Okula girerken örtülerimizi çıkarıyorduk ama yine de soruşturma geçirmiştik. Bafra Lisesi bu anlamda çok katı uygulamalarıyla bilinen bir yerdi. Okul içine başımız örtülü giremezdik. Öğretmenler çok sıkı takip ediyordu. O sıralarda yurt dışında açılan Türk okullarını duymaya başlamıştım. Ta o zaman içimde yurt dışında öğretmenlik yapma arzusu oluşmuştu. 1993’te üniversite sınavında Erzurum Atatürk Üniversitesi Biyoloji Öğretmenliği’ni kazandım. Erzurum’da hayatımın en güzel yıllarını geçirdim. Çok güzel mekanlarda maneviyat dolu programlar yapardık. Bambaşka bir dünyada yaşıyordum sanki. Tatillerde bile eve gitmek istemiyordum.
Fakat son dönemde 28 Şubat süreci başladı ve çok sıkıntı çektik. Gece yarılarında kaldığımız öğrenci yurtlarına resmi görevliler tarafından baskınlar yapılırdı. 1997’de mezun oldum.
-Öğretmenliğe nerede başladınız?
Mezun olduktan sonra ilk yıl bir ilkokulda görev yaptım. Sonra evlendim. Üniversite hazırlık dershanesinde öğretmenliğe başladım. Eşimle ilk görev yerimiz Artvin’di. Hem idarecilik hem öğretmenlik yaptım. 15 yıl boyunca farklı şehirlerde, hep dershanelerde çalıştım. Son 5 yılımızda İstanbul’daydık.
TÜRKÇE OLİMPİYATLARINI AĞLAYARAK İZLERDİM
-Yurt dışına gitmeyi çok isteyen bir insan olduğunuz için bu süre şaşırttı beni. Neden daha önce gitmediniz?
Her sene Türkçe olimpiyatlarını izlerken hüngür hüngür ağlardım. Evet yurt dışına gitmeyi istiyordum ve eşime bunun için sürekli ısrar ederdim. Kimse bize gelip de ‘gitmek ister misin?’ diye sormuyordu. Uzak bir ülkeden gelen bir ablamızı dinlemiştim. “Orada un, tuz, şeker yok!” diye anlatıyordu. Yaşanan başka zorluklardan bahsediyordu. Ben de çok çay içen birisiyim. O zamanlar şeker de kullanıyordum. O anlatılanları dinlerken ağlamıştım. “Şeker yoksa oraya nasıl giderim!” diyordum. Oysa ortada bir şey yoktu. Ama bendeki yurt dışına gitme isteği gerçekten durdurulamaz bir duyguydu.
İstanbul’a geldiğimizde duyduk ki, her sene yurt dışı mülakatları oluyormuş, gitmek isteyeni gönderiyorlarmış. Biz de katıldık mülakata ilk sene. Kabul de almıştık bir ülkeden ama çalıştığımız kurumun müdürü izin vermedi. Sonraki yıllarda da izin verilmedi. Hatta bana ‘Sıkıldıysanız görev yerinizi değiştirelim’ dendi. Ama ben sadece yurt dışında öğretmenlik yapmak istiyordum. Bir taraftan da yurt dışına gidip üniversite eğitimi almaya karar veren öğrencilerimizle ilgileniyordum. Onlara ne kadar şanslı olduklarını anlatıyordum. ‘Ben istediğim halde gidemiyorum’ diyordum. Karşılıklı ağlaşıyorduk.
-Sonunda nasıl ikna ettiniz?
2013’te, İstanbul’daki 5. senemizde yine başvurduk yurt dışında öğretmenlik yapabilmek için. Genel müdür yine izin vermedi. Eşim bana bunu söylediğinde arabada eve gidiyorduk. O kadar çok ağladım ki ‘Bana niye nasip olmuyor!’ diyerek. Eşim dayanamadı, arabayı geri döndürdü, genel müdürle tekrar konuşmaya gitti. Ben arabada ağlayarak bekliyordum. “Bir şey yapın artık ben eşimi durduramıyorum.” demiş eşim.
Benim yurt dışına gitmeyi çok istediğimi, hep onun hayaliyle yatıp kalktığımı bütün arkadaşlar da bilirdi. ‘Çok hayalperestsin. Sizi oralarda ne yapsınlar, İngilizce bilmiyorsunuz. Nasıl öğretmenlik yapacaksınız? Mümkün değil gitmeniz.’ derlerdi. O gün eşimi beklerken bir arkadaşımdan mesaj geldi telefonuma. Hz. Osman’ın bir sözü “Allah kimsenin kalbine nasip etmeyeceği şeyin sevgisini koymaz.” diyor. Öyle güzel denk geldi ki. Rabbim ‘istemeye devam et, ben sana nasip edeceğim’ diyor diye düşündüm. O an üzüntüm gitti. Çok mutlu oldum. Ondan bir hafta sonra Pakistan’a gideceğimiz haberini aldık.
-Yola çıkmadan önce ne tür hazırlıklar yaptınız? Ülke hakkında araştırma yaptınız mı?
Eşimle o kadar mutluyduk ki. Nasıl bir yer diye araştırmak için interneti açıyorum, her yerde bombalama olaylarının görüntüleri karşımıza çıkıyor. Aslında çok güzel bir yer ama internette hep kötü haberler var. Çocuklara bu olumsuz bilgileri göstermemeye çalıştık ama mümkün olmadı. Ellerinde bilgisayar açıp bakıyorlar. Orada çok güzel evler, villalar varmış diye anlattık, biraz daha heyecanlandılar. 3 oğlum var. Pakistan’a giderken 7-9-13 yaşındaydılar.
-Pakistan’a ne zaman gittiniz? İlk izlenimleriniz nelerdi?
2013’te Ağustos sonu İslamabad’a indik. Çok sıcak bir dönemdi. İlk dikkatimi çeken şey yüzüme çarpan buhar ve her yerde hakim olan baharat kokusuydu. Yıllar sonra burada bir ara caddeden geçerken o kokuyu hissettiğimde öyle sevindim ki “Allah’ım Pakistan gibi kokuyor” dedim. Meğer o yakınlarda Pakistanlı bir aile yaşıyormuş. Havaalanı yakınında otluk bir yer vardı. Yatıp uyumuş erkekler gördüm. Pakistan’da park, sokak, yol kenarı vb. her yerde yatıp uyumuş insanlar görebilirsin.
‘ŞEYTANIN BUNLARI KALBİME SOKMASINA İZİN VERMEYECEĞİM’ DEDİM
İlk yıl İngilizce öğrenecektik zaten. O sene öyle bir proje vardı. Yola çıkmadan 2 hafta önce eşim bir ameliyat geçirmişti. Tam iyileşmeden yola çıkmamız gerekti. Pakistan’da ev bulana kadar misafirhanede kaldık. Yemekleri yiyemedik. Şimdi alıştık, çok severek yiyoruz, hatta burada bile Pakistan lokantalarına gidiyoruz. Ama orada ilk zamanlar değişik geldi bize.
Kendi evimize geçince, alışverişe gittik pazar yerine. Eşim bir şey almaya gitti, tek başıma onu bekliyordum bir kenarda. Etrafıma baktım, dilini anlamadığım bambaşka insanlarla dolu bir yer. Bir an içimden çok olumsuz bir duygu geçti. ‘Açık hava hapishanesi gibi, tıkıldın kaldın burada. Bu ülkeden bir daha çıkamayacaksın’ diye korkunç bir duygu doldu içime. Sonra salavat getirdim ‘Allah’ım ben yurtdışına çıkmayı bu kadar çok istedim, şeytanın bunları kalbime sokmasına fırsat vermeyeceğim’ dedim, toparladım kendimi.
Ev tuttuk, eşya almaya başladık. Eşim tam iyileşmemişti, yarasında iltihap oluştu. Kanama başlayınca hastaneye götürüldü, tekrar ameliyat yapıldı. Evimize yerleştikten sonra kursumuz başladı eşimle. Evde hepimiz öğrenciyiz. Çocuklar okulda ek ders alıyorlardı. Hep beraber İngilizce öğrenmeye çalışıyorduk.
-Çocuklarınız alışma sürecinde zorluk yaşadı mı?
Çocuklar hem İngilizce bilmediklerinden hem de genel bazı uygulamalardan dolayı çok sıkıntı yaşadılar, alışmakta zorlandılar. Mesela okulda su sebili vardı. Yanında da bir tane bardak. Tüm çocuklar aynı bardağı kullanıyor. Bizim çocuklar alışkın değil buna. Susuz kalıyorlardı. Onlara plastik bardaklar aldım. Çantalarında taşıyorlar. Çocuğun biri gelmiş elinden bardağı almak istemiş, benimki vermemiş ama İngilizce bilmediği için ‘bu benim bardağım’ diyememiş. İlk başta böyle şeylere üzülüyorlardı.
-İngilizceyi ders anlatacak kadar ileri seviyede öğrenmek için ne tür çalışma teknikleri uyguladınız?
Öğretmenlik mesleğine aşığım. Gelmeden önce İngilizce öğrenmezsem derse giremeyeceğimi söylemişlerdi. “Siz beni gönderin, ben çalışır öğrenirim.” demiştim. Gerçekten çocuklar yattıktan sonra geceleri sabahlara kadar ders çalıştım. Sonra okulda öğrenci gibi derslere girip dinlemeye başladım. Arkadaşlar günde 21 saat ders anlatır, ben 25 saat ders dinlerdim. Bütün Biyoloji ve İngilizce derslerine girip dinliyordum. Kantinde oturur ders çalışır, ders anlatırdım. Biyoloji laboratuvarına girip öğrenci varmış gibi saatlerce ders anlatırdım. Aynı konuyu boş sınıfa onlarca kez anlattığımı bilirim. İlk başlarda İngilizcem yetmiyordu, 10 dakika bile anlatamıyordum ama artık 40 dk. ders anlatabilecek hale gelmiştim. Okulda Pakistanlı bir öğretmen vardı. İngiltere’de eğitim almış, ders kitabı yazmış, hatta yerel eğitim kurumlarında üst düzey görev yapmış, yaşlıca emekli biri. Nasıl ders anlattığımı değerlendirmek için beni dinledi. En son derste “Gerçekten çok gayret ettiğini gördüm, artık derse girmeye hazırsın.” dedi.
BANA 52 ÖĞRENCİ VERDİLER, HEPSİ BAL GİBİ TATLIYDI
Dünyalar benim olmuştu, ‘başardım artık öğretmen oluyorum’ diye uçuyordum. İslamabad Kız Koleji’nde öğretmenlik yapacaktım ama öyle hemen bir sınıf vermediler bana. Biraz daha çalışmam gerektiği söylendi. 1. dönemin sonuydu artık. Kolejin bütün öğretmenleri ve idarecileri son kez beni dinlemeye geldi. En sonunda ‘Tamam, derse girebilirsin’ dendi. Herkesin 35 öğrencisi varken bana 7. sınıftan 52 öğrenci verdiler. Öyle tatlılar ki, bal gibi, o kadar seviyorum ki onları. Hala ararlar beni.
-Öğrencilerinizle iletişiminiz nasıldı? Unutamadığınız hatıralarınızı anlatır mısınız?
52 öğrenciye sırayla vakit ayırmaya, birebir görüşmeye çalışıyordum. Bütün tenefüslerim öğrencilerle doluydu. Çocuklar okulda çok güzel Türkçe öğreniyordu. İletişim sorunu yaşamıyorduk. Türkçeleri gelişsin diye ders haricinde İngilizce konuşmuyorduk. Kitap vereceğim zaman hangi dilde okumak istediklerini soruyordum. Türkçe kitaplar istiyorlardı. Haftada 4 gün ders haricinde gruplara bölerek program yapıyorduk. Çocuklarda şöyle bir alışkanlık olmuştu. Ben okulun bahçesine girince hep beraber bana doğru koşup sarılıyorlardı. Çok farklı samimi bir ilişkimiz vardı gerçekten. Kendi kızlarım gibi çok seviyordum onları. Bir arkadaştan ‘aferin’in Urduca karşılığı ‘şavbaş’ nasıl yazılıyor öğrendim. Çocukların defterlerine bakıyorum, ‘şavbaş’ yazıyorum. ‘Hocam bana da yazın, bana da yazın’ diyordu hepsi. Onları saklıyorlardı. Bir gün onların geleneksel kıyafeti olan şalvar-kamiz giyip okula gittim. Sınıfa girince ‘hocam hocam’ diye alkışlarla karşıladılar. Çok hoşlarına gidiyordu böyle şeyler. Derste yarışmalar yapıyordum ve ‘başarılı olursanız sizi evime götüreceğim’ diyordum. Bu da onları çok motive ediyor, evime gelip beraber vakit geçirmek için yarışıyorlardı. Bir gün 3 öğrencimi eve götürdüm. ‘Hadi beraber tatlı yapalım’ dedim. Çok sevindiler ama mutfağı birbirine kattılar. Birbirlerine un atmalar vs. Yeter ki mutlu olsunlar diye izin verdim. Hem hamur yoğurdular hem tatlı yaptılar, eğlendiler. Ayrılırken ziyarete geldiklerinde “Hocam o günü unutamıyoruz!” diyorlardı.
Çocuklarla namazdan sonra tesbihat yapardık. ‘Hocam bizim de namazdan sonra okuduğumuz dualar var’ dediler. 99 esmayı okudular. Çok güzel hadi bir daha okuyalım, derdim, bir daha okurduk, çok hoşlarına giderdi.
Budist bir öğrencim vardı. Bütün faaliyetlerimize katılır, manevi programlarımıza gelirdi. Çok temiz fıtratlı bir çocuktu. “Ben sizin gibi görünmeyen bir Allah’a inanmıyorum. Bizim tanrımız evimizin içinde bir odada. Ama siz gelseniz bizim evde yemek yer misiniz?” diye sormuştu bir gün. “Tabi ki gelirim size, yemek de yerim.” dedim. Bunu duymak bile onun için çok önemliydi, çok sevinmişti fakat bundan kısa süre sonra ayrılmamız gerekince gitmek nasip olmadı.
ÇOCUKLARA BÖREK YAPMAYI DA ÖĞRETTİM
Okul dışında bir program yapacağımız zaman bu çocuk da ısrarla katılmak istedi. Ona hem kitap okuyacağımızı hem de kendi dinimize göre ibadet edeceğimizi vb. anlattım. Yine de gelmek istedi. Bütün faaliyetlerimize dahil oldu, Kur’an okuduk, manevi konularda sohbet ettik, hepsini dinledi. O Nepalli çocuk sonradan okuldan ayrıldı fakat ben hâlâ ona dua ediyorum.
Çocuklar böreği çok seviyordu. Bir gün okulda beraber kıymalı börek yapmak istediler. 52 öğrenci olunca çok fazla yapmak gerekiyor tabi. Büyük bir tencerede kıymalı börek içi hazırladım. Paket paket yufka aldım. Çocuklara börek yapmayı da öğrettim. Et yemediği için Budist öğrencimize de peynirli börek yaptım, beraberce yediler. Sonra o öğrenci dedi ki “Öğretmenim ben et yemiyorum ama benim kardeşim var, onun ihtiyacı var diye yediriyoruz. Onun için biraz börek alabilir miyim?” dedi. “Elbette” dedim, paket yapıp koydum.
Beni en çok etkileyen şeylerden biri de, derslere girince çocukları ‘esselamu aleyküm’ diye selamlamaktı. Onlar da ‘ve aleykümselam’ diyerek hep bir ağızdan karşılık verirdi. Ve güne Kur’an-ı Kerim okuyarak başlardık. 5 dakika okulun içi Kur’an sesiyle inlerdi. Her sabah Kur’an dinleyerek, onun motivasyonuyla güne başlardık. Bu selamlaşma ve Kur’an tilaveti sınıfın havasını çok güzel etkilerdi.
Pakistan milli marşının sonunda ‘Allah’ lafzı vardır ve oraya gelince herkes başını saygıyla eğer. Aynı şeyi bizim milli marşın sonunda da yaparlardı. Sebebini sorduğumda, “Sizin marşınızda ‘Allah’ lafzı geçmiyor mu?” dediler. Ben de daha yukardaki mısralarda olduğunu söyledim.
-Pakistanlı öğretmenler de vardı okulda, değil mi? Onlarla okul dışında ortak faaliyetler yapabiliyor muydunuz?
Yerel öğretmenlerle çok müthiş dostluğumuz vardı. Bazen topluca bazen birebir görüşmelerimiz oluyordu. İlk yılımda İngilizcem iyi olmadığı için onlarla ortak konularda sohbet etmem zordu. Bir araya geldiğimiz zamanlarda konuşabilmek istiyordum. Bunun için İngilizce maneviyatla ilgili bir kitap buldum. Oradan belli yerleri seçip ezberliyordum. Sonra arkadaşlara gidip ‘Ben size bir mevzuyu anlatacağım, beni dinler misiniz, yanlışım var mı?’ diye soruyorum. Sonra onlara ezberlediğim hikayeyi anlatıyorum. Beni dinliyor ve sonunda ‘Hocam ya gerçekten namaz kılmamız lazım’ diyorlar. 😊 O kadar mutlu oluyordum ki. Bu şekilde farklı anlatma yolları bulmaya çalışıyordum.
Bazen de onları evime davet ediyordum. Çok seviyorlardı Türk yemeklerini, hepsi geliyordu. Hep beraber mantı yapıyorduk. Sonrasında da sohbet ediyorduk. Evden ayrılırken de ‘diş kirası’ geleneğini anlatıp küçük hediyeler veriyordum. Gerçekten çok güzel şeyler oluyordu. Fakat bunları tüm arkadaşlar yapıyordu, bana özel bir şey değil. O yüzden çok ekstra şeyler gibi gelmiyor bana.
-Öğrenci velileriyle iletişim kurabildiniz mi?
Velilerle çok yakın görüşüyorduk. Bir keresinde 3 tane velimi evime davet ettim. Beraber mutfağa girdik. Ben onlara yabancı misafirmiş gibi davranmadım. Doğal bir ortam oldu, her şeyi beraber hazırladık, pişirdik. Fırında pişerken beraber muhabbet ettik. Risale-i Nur eserlerinden 1. Söz’ü açıp okuduk. Çok sevdiler, ‘Keşke biz de okuyabilsek’ dediler. Beraber namaz kıldık, dua ettik, tesbihat yaptık. Hatta bir tanesi çok etkilendi, ağladı ‘Ben de bunları öğrenmek istiyorum’ dedi. Onlara dua kitapçıkları verdim. Sonraki haftalarda devam ettik bu tarz buluşmalara. Sayımız da arttı ama çok sürmedi. Sıkıntılar baş gösterince ülkeden ayrılmamız gerekti.
Bazen ben de onları ziyarete gidiyordum. Bana çok ilginç gelen bir gelenekleri vardı. Beni yatak odasında ağırlıyorlardı. İlk başta yadırgadım ama aslında bu onlar için misafire kıymet verdiğinin bir göstergesi sayılıyormuş. Evinin en mahrem yerine alıyor.
Devam edecek…
No Comment.