Eğitimci ve araştırmacı Doğan Yücel, geçen mayıs ayında vefat eden Lahor’un tanınmış iş adamı ve akademisyenlerinden Faruk Ali Han’ın (Farooq Ali Khan) portresini yazdı. Aynı zamanda bir Türk dostu, Türkçe sevdalısı olan Han ile yaptıkları Türkiye gezilerini, onun kendi hayatındaki yerini ve namaz aşkını anlattı.
İkinci Bölüm:
2006 yılının kasım ayında ilk çocuğumuz dünyaya geldi. Bir büyüğümüzden isim istedik. Epey vakit geçmesine rağmen isim gelmeyince geçici olarak Zeynep ismini koyduk ama kulağına ezan okumadık. O sırada Faruk Bey bize çaya gelmişti. “Ezan okudunuz mu?” diye sordu. “Hayır” deyince kızımızı kucağına alıp başladı ezan okumaya. Böylce kızımızın adı Zeynep kaldı. Aradan bir süre geçtikten sonra Zeynep hastalandı. Kendisine bildiği bir doktor olup olmadığını sordum. Evinin yakınındaki bir doktoru aradı. Onun referansıyla çocuğu götürdük. Doktor Bey bizim çocukla hususi olarak ilgilendi.
Aynı yıl, bir arkadaşımızın komşusu inşaat yapıyordu. Geceleyin inşaata malzeme getiren kamyon sokak dar olduğundan yolu kapatmış. Arkadaş yoldan geçememiş. Bunun üzerine hem inşaattaki gece gündüz bitmeyen seslerden hem de yolun kapatılmasından dolayı komşuya biraz çıkışmış. Komşusu ve inşaatta çalışanlar ise “Siz nasıl bize karışıyorsunuz!” diye arkadaşların üzerine yürümüş. Ben durumu öğrenince Faruk Bey’e haber verdim. Yakın bir akrabası Lahor Emniyeti’nde önemli bir vazifedeydi. Sağ olsun, meselenin çözülmesinde bize çok yardımcı oldu.
‘Bir hafta içinde hiç bu kadar yürümemiştim’
2008 yılında kendisi, kayınbiraderi ve kayınpederinin de olduğu 5 kişilik bir grupla İstanbul’da boru fuarına gittik. Bir hafta İstanbul’da kaldık. Kayınpederi 60 yaşındaydı. Mart ayıydı ve çok güzel serin bir hava vardı. İki gün fuarda gezdikten sonra İstanbul’u dolaştık. Büyükada’da buz gibi bir havada faytona bindik. Gezinin sonunda kayınpederi, “Hayatımda bir hafta içerisinde bu kadar yürüdüğümü hatırlamıyorum.” demişti. O gezide kendisini İstanbul’da bizim evde ağırladık. Ninem ve kardeşimle tanıştı. Aradan yıllar geçmesine rağmen kardeşimin onu evde ağırlamasını unutmadı. Arada bir onu da arayıp halini hatırını soruyordu. Kardeşim de “Faruk Bey’le yine görüştük” deyip kendisini anıyordu.
2009 yılında bir fuar gezisi daha yaptık. Bu gezide Faruk Bey’in diğer işadamı tanıdıkları da vardı. O dönem Türkiye’ye gidiş için vize gerekiyordu. Kendi pasaportlarında birçok ülkenin vizesi olduğu için pasaportları bizim elçiliğe götürüp getirmemizden biraz endişe duydu. Bunun üzerine geziye katılacak bütün iş adamlarından muvafakatname topladı. Yolda pasaportlara bir şey olması ihtimaline binaen kendi arabasıyla İslamabad’daki elçiliğe beraber gidip geldik. 400 km yolda şoförlüğü kendisi yaptı. Ne ‘yoruldum’ dedi, ne de başka şey.
Kumaş ve dokuma işini iyi anlıyordu
Yine 2008 yılı başında İslamabad’daki erkek kolejinin inşaatının bitimine doğru Lahor’dan iş adamı tanıdıklarımızla beraber inşaatı görmeye görmeye gitmiştik. Faruk Bey de gelmişti. O yıl kış döneminde Faysalabad gezisi yaptık. Amcasının oğlunun Faysalabad’da bir havlu dokuma ünitesi vardı. Biz bu havlu dokuma atölyesini gezdik. Havluların nasıl dokunduğunu bana gösterdi. Kendisi eski tekstil tüccarı olduğu için kumaştan ve dokumadan iyi anlıyordu.
Bir seferinde bir müşterisini Şehupura yakınındaki depolarına götürmesi gerekiyormuş. Bir pazar günüydü, beni de çağırdı. Devamında hem boru deposunu gördük, hem de Şehupura’daki Hirın Minar’ı gezdik. Çok tatlı bir hatıra oldu.
Faruk Bey, bütün programlarımıza, kahvaltılarımıza, iftarlarımıza katılırdı. 2008 yılında yine bir pazar günü kendisini ve yazın beraber Türkiye gezisine gittiğimiz grubu kahvaltıya çağırmıştık. Onlara, “Türk kahvaltısı yapacağız” dedik. Pakistan’da bulunmayan peynir, zeytin, helva gibi şeyleri hazırladık. Ancak onlar kendi kahvaltı adetlerine uygun şekilde nehari, paça gibi yiyeceklerle geldi. Bizim kahvaltılıklarla onların getirdikleri birbirine karıştı. Ardından Lahor’da yeni kurulan Bahria Town’ı ve diğer inşaat sitelerini gezdik.
Türk olduğunu sanıyordu ama DNA testinde Arap çıktı!
Kendisinin Türk olduğunu düşünürdü. Hatta, DNA testi yaptırıp Amerika’dan rapor aldı, ancak raporda büyük oranda Arap çıktı. 🙂 Biz kendisine şakayla karışık “Sen Türk değilsin, Taciksin!” diyorduk. Ailesi Hindistan ile Pakistan’ın ayrılmasından sonra Müslüman tarafta kaldığı için Pakistan’a göç etmiş. İngilizler zamanında Hindistan’da ailesinin otonom bir idareleri varmış. Bu idarenin ismi Malar Kotla. Sülalesi Malar Kotla’yı yani otonom idareyi bırakıp Pakistan’a göç etmiş. Bir kısmı Faysalabad’a bir kısmı da Lahor’a yerleşmiş. “Model Town’da yaklaşık 200 aile varız.” diyordu. Ailelerinin şecere defterini tutuyordu. Yanlış bilmiyorsam birkaç yüz yıllık şecere kayıtlıydı.
Babası onun evine yakın bir yerde oturuyordu. Epey ihtiyarlamıştı. Bana babasının çocukken ailesiyle çektirdiği fotoğrafları göstermişti. Aradan çok geçmeden Faruk Bey’in babası vefat etti. Arkadaşlarla beraber cenazesine katıldık.
Faruk Bey beni dükkanının bulunduğu caddedeki bütün işyeri sahipleriyle tanıştırdı. Onun vesilesiyle birçok insana kendimizi, okullarımızı anlatma ve tanıtma imkanı bulduk. Brandreth Road’daki dükkanını ziyaret ettiğimde önce biraz muhabbet eder, sonra üst kata çıkardık. Orada öğlen veya ikindi namazını kılar, ardından da genellikle yakındaki bir tavukçudan (galiba AFC) kızarmış tavuk sipariş ederdi. Bazen ikimiz bazen birkaç kişi daha olur beraber yerdik. Arada vakti müsaitse diğer iş adamı tanıdıklara ziyarete çıkardık. Türkiye’den gelen iş adamlarından bazılarını iş yerinde ziyarete giderdik. Lahor’da bildiği tanıdığı insanları Türkiye’den gelenlerle tanıştırırdı.
‘Birçok siyer kitabı okuduk ama bu başka’
Faruk Bey namaz aşığı bir insandı. Namazlarında rüku ve secdelere çok dikkat ederdi. Beraber namaz kılacağımızda “Sen hafızsın, imam sensin.” derdi. Ben de ilk zamanlarda rüku ve secde dualarını üçer defa okuyordum. Bir gün bana “Rüku ve secdeleri çok hızlı geçiyorsun.” dedi. O günden sonra onunla namaz kılarken duaları yavaş yavaş ve 7 defa, bazen 9 defa okuyarak kıldırmaya başlamıştım.
Kendisinin akademisyen yönü de olduğundan bol bol kitap verirdim. Urducaya tercüme ettirdiğimiz kitaplardan hem kendisi okur hem de etrafına hediye ederdi. İyi bir kitap okuyucusuydu. 2007 yılında okul açılışına gelen milletvekilleri teşekkür mektupları göndermişti. Onları çerçeveletip evinin salonunun duvarına asmıştı. Ayrıca bizim Hilye-i Şerif levhamız da duvardaki yerini almıştı. Cevşen-i Kebir’i Urduca tercümesiyle birlikte ilk defa okuduktan sonra “Hayatımda bu kadar güzel bir dua mecmuası okumadım” demişti. Sonsuz Nur’u okuduktan sonra da kendisi ve kayınpederi “Hayatımızda birçok siyer kitabı okuduk, ancak bu kadar güzelini hiç okumadık” demişlerdi. Salonunun duvarına Osmanlı ve Selçuklu devlet armalarını astırmıştı.
Devam edecek…
***
Birinci Bölüm: Türkiye ve Türkçe dostu bir Pakistanlı: Faruk Ali Han (1)
No Comment.