Araştırmacı Doğan Yücel, son Osmanlı Halifesi Abdülmecid Efendi’nin kızı Hadice Hayriye Dürr-i Şehvâr Sultan’ın İstanbul’dan Haydarabad’a uzanan hikayesini yazdı. İlk bölümde, daha 10 yaşında memleketinden sürgün edilirken Dürr-i Şehvar’ın yaşadıklarına ve duygularına yer verdi.
‘Durr-i Shehwar’ 2012 yılında 15 bölüm halinde yayınlanmış ve Pakistan’da tüm zamanların en iyi dizi filmi kabul edilmiştir (https://www.youtube.com/watch?v=uJhsGbpGcKA). Bu diziye neden Dürr-i Şehvar ismi verilmiştir? Bu isim nereden gelmektedir? Gelin, tarihte biraz geriye gidip alt kıta Müslümanlarıyla Türklerin kültürel ve sosyal ilişkisine farklı bir yönden bakalım.
Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu Osman Gazi’den bu yana bütün Osmanoğulları içinde en uzun yaşayan aile mensubu Hadice Hayriye Dürr-i Şehvâr Sultan, Londra’da 92 yaşında (08.02.2006) vefât etti. Dürr-i Şehvâr Sultan, hayatta kalan son hâkan ve halîfe çocuğu, Osman Gazi’nin 21. kuşaktan torunuydu. Peki Osmanlı sultanzâdesi bir hanımefendi ile alt kıta Müslümanları’nın ilgisi ne idi?
Pakistan, bugünkü Bangladeş’le beraber 1947 yılında Hindistan’dan ayrıldı. O tarihe kadar Müslümanlar alt kıtada bazı eyaletlerde çoğunluktaydı. Bu eyaletlerin bazısı ayrılıp Pakistan’ı kurdu. 1971 yılındaki Pakistan-Hindistan savaşı sonrası bu kez Bangladeş, Pakistan’dan ayrılıp bağımsızlığını ilan etti. Bağımsızlık peşindeki yerlerden biri, Dekkan’daki Müslüman devlet Haydarâbâd Nizamlığı idi. Burası, sömürgeci İngiliz-Hindistanı ile çevrili ve ünlü Nizam Mir Osman Ali Khan’ın oğlu Asaf Jah VII tarafından yönetiliyordu. Pakistan bu devlet üzerinde hak talebinde bulunsa da Hindistan 1948’de Haydaraâbâd’ın kendi topraklarına ait olduğunu ilan etti.
Çocukluğu Dolmabahçe Sarayı’nda geçti
1924 yılında Türkiye’de hilafetin ilgası sonrası Osmanlı hanedan mensupları ülkeden ayrılmak zorunda kaldı. Sadece hanedanın erkek fertleri değil damat ve kızlarının da ülkeyi terk etmesi istendi. Bunun üzerine bütün hanedan üyeleri yanlarına hemen hiçbir şey alamadan ayrılmak zorunda kaldı. Aralarında sultanzâde denilen hanedanlık mensubu kızlar da vardı. Bunlar Selma, Nilüfer ve Dürr-i Şehvâr’dı. Ayrıldıktan sonra bir süre İsviçre’de yaşayan aile, daha sonra Fransa’nın güneyindeki Nice kentine yerleşti. O dönem Pakistan, henüz Hindistan’dan ayrılmamıştı. Alt kıta Müslümanları’nda özellikle Osmanlı Halifesi’ne ciddi bir sempati ve sevgi duyulmaktaydı.
Dürr-i Şehvâr, 26 Ocak 1914’te babasının (son Osmanlı Halifesi Abdülmecid Efendi) Çamlıca’daki köşkünde dünyaya geldi ve çocukluğu Dolmabahçe Sarayı’nda geçti. 20. yüzyılın şafağı sayılan bu dönem, Avrupa için çok çalkantılı bir zamandı. Rus Devrimi, Birinci Dünya Savaşı ve 1918’deki ‘İspanyol Gribi’ salgını gibi hadiseler coğrafyaları, hayatları altüst ediyordu…
Hatıratını ‘Doğan’ ismini verdği kitapta topladı
Dürr-i Şehvâr Sultan, son halîfe İkinci Abdülmecîd’in tek kızıydı ve Türkiye’den çıktığında 10 yaşındaydı. O günlere dair hatıralarının bir kısmını kendisi daha sonra Doğan ismini verdiği kitapta yazmış ve bastırmıştır. Kitaptaki hatıralarından bir bölümü gazeteci-yazar Murat Bardakçı’nın aktarımıyla şöyle:
“…Artık vatanımızdan ayrılacağımız tahakkuk etmişti; pederim Halife olduğu vakit sütunları medh-i fazâili (fazîletlerinin medhi) ile dolu olan gazeteler şimdi yedi asırdan beri hüküm süren Osmanlı ailesini ve hayatını, saadetini, kendisini takdîr etmeyen milleti için fedâ eden Halife’yi lânetle yâdediyorlardı.
…O akşam yemekten sonra mabeynde oturuyorduk; pederimin ve hanedanın aleyhinde pekçok şeyler yazan akşam gazetesini istedim; fakat pederim bana insanlığın riyâkâr tarafını gösteren ve tecrübesiz kalpleri kıran bu satırları vermedi ve hayatta daima böyle şeylere tesadüf olunduğunu, büyük felâketlerin yanında küçük vak’aların hep ehemmiyetsiz kaldığını söyledi.
Rüyamda bir ses ‘Haydi kalk gidiyoruz’ diyordu
…Salı gecesi sıkıntılı uykumda birçok evlerin üzerime yıkıldığını görürken, rüyamın arasına bir ses karışıyor ve ‘Haydi, kalk gidiyoruz’ diyordu. Gözlerimi açtım ve sersem gibi etrafıma baktım. Karşımda annem durmuş ve fevkalâde bir metânetle itidâlini muhafaza ederek:
– Haydi kalk, gidiyoruz! diye tekrar ediyordu.
Âh! demek ki bu sözler, korkunç rüyamın bir parçası değil fakat hakikatmiş; mecrûh (yaralı) kalbim, daha derin bir yara açan bu ‘Gidiyoruz’ kelimesini anlamak istemiyormuş gibi ‘Nereye?’ diye sordum.
Evet nereye? Belki umulmaz bir felâkete, belki gurbette geçecek cefâkâr, elemli günlere doğru! İşte bu ânî darbe ile bütün ümidlerim yıkılmış ve saadetin parlak ışıkları sönmüştü. Hemen kalktım ve acele ile giyindim; sonra koşarak merdivenlerden çıktım ve pederimin dairesini geçerek büyük sofaya vâsıl oldum fakat önümdeki manzara o kadar fecî idi ki, artık dayanamadım ve karanlık bir köşeye çekilerek o felâketli günlerin hâtıralarını gözyaşlarıyla silmeye çalıştım.
Ecdâdımızın sevgili ocağını ne kadar sevdiğimi o vakit anladım ve bu büyük ayrılığın kalbimde açtığı yaranın acısına mukavemet edebilmek için Cenâb-ı Hakk’dan kuvvet diledim.
…Yanıma, pederimin ihtiyar dadısı, hazînedar usta geldi ve zayıf vücudunu saran zalim hıçkırıkların arasından ‘Beni unutma e mi?’ diyerek, kendisini ihâtâ eden acı hakikatlerin altında eziliyormuş gibi bir iskemlenin üzerine oturdu.
Bu şâhâne yeri şimdi korkunç bir sükûnet istilâ etmişti
Pederimle beraber on kişi hareket edecektik: Başkadın, ikinci hanım, annem, Behrûze kalfa, biraderim, Keramet, Hüseyin ve Selâhaddin Beyler. Keramet Bey ile Hüseyin Bey birkaç sandık ile bavuldan ibaret olan pek cüz’î eşyamızı naklettirmekle meşgul idiler.
‘Artık vakit geldi’ dediler ve biz de mabeyne giden cesîm koridordan, benim pek sevdiğim bir yoldan yürümeye başladık. Şâşaalı zamanların güzel hâtıralarını güzel kalbinde saklayan bu şâhâne yeri şimdi korkunç bir sükûnet istilâ etmişti. Boğaziçi’ne nâzır olan pencerelerden ayın donuk ışığı, uçan bulutların arasından parça parça yolumuzu aydınlatıyordu.
…Saat on birde Vali Haydar Bey gelmiş ve hemen çıkmamızın lâzım olduğunu söylemişti. Halbuki biz birkaç saatten beri mabeynde gitmeye intizâr ediyorduk.
Her an büyük ayrılığı biraz daha yaklaştıran saatlerin sesi, bize meçhul istikbâlin cefâlı günlerinden bahsediyor ve yaralı gönüllerimizin feryâdı onlara cevap veriyordu.
…Beni kim tesellî edecekti? Herkesin ruhunu kaplayan teessürât arasında, hissedilmeyen zaman yavaş yavaş yuvarlanmış ve saat beş olmuştu.
Pederim gitmeden evvel sabah namazını kıldı
Otomobillerin hazır olduğunu haber verdiler ve biz de aşağıya indik. Enîn ve figanlar sarayın sükûnetini bozuyor, yaralı kalplerden sızan yaşlar yüreklerden sinen acıları söndürmeye çalışıyor ve sanki evvelden bize neş’e saçan talih şimdi yeis serpiyordu.
Gitmeden evvel pederim başmabeyincinin odasında sabah namazını kıldı ve ben de emîndim ki yine milletinin ve memleketinin bahtiyâr olması için dua etmişti.
…Arkamızda yedi asırdan beri pâyidâr olan Osmanlı ailesinin sönmüş ocağını ve Türk Tarihi’ni şanla dolduran dâhîlerin tahtını sahipsiz bırakarak, ecdâdımızın sevgili yurduna vedâ ettik.
…Nihayet otomobillere bindik. Gecenin karanlığında pek çok heybetli şekiller görüyorum zannettim ve sanki onların arasından korkunç zulmeti aydınlatan azametli bir cisim bize yaklaştı! Artık dayanamadım ve ‘Ey büyük Fatih!’ dedim. ‘Bak, şâheserin kimlerin elinde kaldı! Onun yegâne muhafızı senin asîl âileni istemiyorlar! Senin hafîdliğine (neslinden olmaya) bi-hakkın lâyık olan Halife’yi memleketinden atıyorlar! Hizmetini reddederek, vatan aşkıyla dolu olan kalbini çiğnediler! Milletinin şimdiye kadar lekesiz kalan ismini kirlettiler. Türk neslinin asâletini ortaya çıkaran Âl-i Osman eski yurdunun sevgili kucağından atıldı.’
Son bir hatıra olarak yerden bir çakıl taşı aldım
…Türkler’in güzel yuvası yavaş yavaş uyanırken, biz de İstanbul’dan uzaklaşıyorduk.
…Çatalca’ya giden gayet bozuk bir yoldan geçiyorduk. Bazen bir çamur kitlesinin içine girerek kalıyor, bazen de çukurlardan geçmek kabil olamadığından bekliyorduk. Bizimle gelen polisler taşlar koyarak yolu biraz düzelttikten sonra ancak devam edebiliyorduk. Saat on bire doğru ismini hatırlayamadığım bir yerde, sahilde oturduk ve getirdiğimiz biraz soğuk yemekle iktifâ ettik.
…Memleketten son bir hâtıra olmak üzere yerden bir çakıl taşı aldım. Vatanımın bu mini mini parçasını kalbimin üzerine bastırarak düşündüm. Evet benim kederli günlerimde yegâne tesellîm bu olacaktı. Kimbilir hasretli anlarımda bu hâreli taşa bakarak, güzel şehrimin resmini, yedi asır sonra yıkılan muazzez ocağın harabelerini ve küçüklüğüm geçen sevgili bir yuvayı görecektim.
Pek yakında olan istasyona giderek trene bindik. Birkaç dakika sonra sevgili vatanımdan ve ecdâdımızın muazzez yurdundan uzaklaşırken bizi mechul istikbâle doğru sürükleyen neş’esiz, sevinçsiz günlerin pek yakın, saadetimizin ise pek uzakta olduğunu hissettik.”
Devam edecek…
No Comment.