Eğitimci Mustafa Hatipoğlu, röportajımızın üçüncü bölümünde PakTürk Okulları’na ilk öğrencilerin nasıl bulunduğunu, kendisinin öğretmenlik günlerini ve Karaçi’de geçirdiği 9 yılın hikayesini anlattı.
-Oradaki ilk öğrencilerin tanıdığı ilk ‘âbileri’ sizlerdiniz. Var mı unutamadığınız hatıralar? Beraber nasıl vakit geçirdiniz?
Pakistan’da her eyalette farklı kültürler hâkim. Peştunlar, Patanlar, Beluciler, Pencabiler… Hepsinin karakteri, kültürü, giyim kuşamı, dili farklı, din anlayışı da farklı. İlk zamanlar öğrencilerle bağlantı kurmak, dil olarak anlaşabilmek zordu. Biz onların dillerini tam bilmiyoruz; İngilizce de tam bilmiyoruz onlar da biz de. Velhasıl çoğu zaman hal diliyle anlaşıyorduk. Biraz top oynarken, biraz yemek yerken iletişim kurmaya çalışıyorduk. Çok zaman geçti, hepsini hatırlamıyorum ama sonradan görüştüklerimiz oldu. Meslek sahibi oldular; kimi doktor, kimi mühendis, kimi öğretmen. Bazıları da Türkiye’ye gidip üniversitelerde farklı bölümlerde okudular.
-Yeni açılan okula ilk öğrenciler nasıl bulundu? Reklam, tanıtım vs. nasıl yapıldı?
El ilanları basılmıştı sanırım, emin değilim. Daha çok tanıdık çevrelerden öğrenci bulunmaya çalışıldı. Kuetta’da öyle oldu. Oradan bir beyefendi çevresindeki çocukları yönlendirmişti, akraba idi bu çocuklardan bazıları. Ama zamanla daha kolay oldu. Türk olmamız da biraz ilgilerini çekiyordu. Onlar Türkiye’yi biraz daha Avrupaî görüyorlar. Okullarımızın isminin ‘PakTürk’ olması da ilgi çekti. Okulların kendi reklamını yapabildiği dönem 2000’li yıllardan itibaren başladı. Özellikle 2006’dan itibaren daha yoğun çabaların neticesinde, başta uluslararası bilim olimpiyatları olmak üzere birçok ulusal ve uluslararası eğitim ve proje yarışmalarına hazırlıklar hız kazandı. Bu yarışmalarda farklı alanlarda elde edilen üstün başarılar sayesinde okullarımız daha görünür hale geldi ve öğrenci sayıları arttı. Sonrasında öğrenci bulmakta çok zorlanılmadı.
-Pakistan halkının Türklere karşı tavrının çok pozitif olduğu söylenir… Buna dair izlenimleriniz var mı?
Pakistan’a ilk gittiğimizde arkadaşlarla kaldığımız eve bir gün komşumuzu davet ettik. Biz ayakkabıları çıkarıp giriyoruz eve. Gelince komşumuzdan da aynı şekilde rica ettik. Bunun üzerine “Oo Turkish style!” demişti. Türkleri gerçekten seviyorlardı. Bunun kaynağı yüzyıllar öncesine uzanıyor. Özellikle daha sonra Pakistan milli özgürlük hareketine dönüşecek ve öncülüğünü Allâme Muhammed İkbal ve iki kardeş olan Şevket Ali ve Muhammed Ali Côhar gibi sosyal ve siyasal liderlerin yaptığı 20. yüzyılın başındaki toplumsal seferberlik dönemlerinde bölgedeki kıtlık ve fakirlik gibi zorluklara rağmen çok sayıda insanın katılımıyla düzenlenen yardım kampanyaları, Lahor Meydanı gibi birçok yerde halkın her kesiminden bağışlanan ziynet eşyaları ve paraların o dönem farklı cephelerde mücadele veren Türk halkına yardım olarak gönderilmesi ve Türkiye’nin de zaman zaman Pakistan’a hem devlet hem de millet olarak sel veya deprem gibi tabii afetlerde yapmış olduğu yardımlar bu kadim sevgiyi daha da güçlü kılıyor.
-Üniversiteden mezun olduktan sonra hemen öğretmenliğe mi başladınız? Neler yaptınız?
1999’da 4 arkadaş mezun olduk. O dönem okullarımızın genel müdürü olan Halit Esendir Bey bizi evine davet etti ve öğretmen olarak çalışmamızı arzu ettiğini söyledi. Ben, öğretmen olmak istemediğimi söylediğimde ise, “Öyleyse seni yanıma alacağım” dedi bana. O zamanlar okullar için ders kitapları, öğrenciler için okuma kitapları basıp dağıtıyorduk. Bölgedeki ülkelere de ders kitapları satıyorduk. Yaklaşık bir yıl çalıştım bu şekilde.
OFİSİMİZİ BASANLAR İSTİHBARATÇI ÇIKTI
O dönemde başımıza ilginç bir şey geldi. Pakistanlı 3-4 kişi gündüz saatlerinde işyerimizi bastı. O sırada bizi ziyarete gelmiş olan Pakistanlı bir arkadaşımızdan hararetle bir şeyler istediler. Çekmecelerimizi ve dolaplardaki evrak dosyalarını karıştırmaya başladılar. O arkadaş anlamadı önce ne istediklerini. “Genel müdürümüz Halit Bey’i çağıralım!” dedi. Resmi meselelerde işyerimize danışmanlık yapan Pakistan ordusundan emekli bir binbaşı vardı. Onu çağıralım derken bu kişiler birden kapıya yöneldiler. Biz de şüphelendik, arkalarından koştuk. Bu arada polis de çağırdık, çünkü bunlar kimdi, ne istiyorlardı, tam anlayamamıştık. Ardından ben de motosikletimle peşlerine düştüm. Dar sokaklardan geçip bir otomobile bindiler. Otomobilin plakasını polis memurlarına bildirdik. İslamabad’ın çıkışında polis onları yakaladı. Karakolda bu kişilerin ifadelerini alırken polisin ellerini yer yer biraz ağır kullandıklarına da şahit olduk. İşyerimize gelenlerden birisi Türk istihbaratındanmış, biri polis, biri öğretmen, diğeri de öğretmenin arkadaşıymış. Halit Bey, “İkisini tanıyorum, ikisini tanımıyorum” dedi. Onlar kardeşmiş. Böyle bir hadise yaşadık. Olay öylece kapandı sanırım. Sonrasında ne oldu bilmiyorum. 2000 yılının ortasında Karaçi’ye taşındım.
-Karaçi’de vazifeniz neydi?
İslamabad’dan sonra 1997’de Karaçi’de yeni bir okul açılmıştı. Türkiye’den Karaçi’ye ticaret için birçok iş adamı ve esnaf geliyordu. Hem öğretmenlik yaptım hem de iş adamlarıyla ilgilendim. İlkokulda sabahları derse giriyordum. Sonrasında iş adamlarını havaalanında karşılama, şehri gezdirme, tercümanlık yapma, firmalara götürme gibi işler yapıyordum. Bu süreçte hem Urducayı öğrenmiş oldum hem de İngilizcemi geliştirdim. Hem de orada bir çevrem oluştu. Hâlâ Karaçi’den görüştüğüm iş adamları vardır. Türkiye’den gelen iş adamlarını oradakilerle tanıştırdık, güzel ve güvenilir alışverişler yapmalarına vesile olduk.
Türkiye’den varlıklı birisi deprem bölgesinde dağıtılmak üzere bir miktar para göndermiş. Oradaki bir Pakistanlı iş adamı da beni çağırdı. “Bu parayı sizden başka kimse hak edenlerin hayrına harcayamaz” dedi. Bize karşı bu kadar güven, sevgi, saygı gösterenler vardı. Bizi bilenler böyle biliyordu. Bilmeyenler de Osmanlı Devleti’nden ve özellikle de son halifenin bir vakit yaşamış olduğu ülke olarak Türkiye’den sıklıkla ve sitayişle bahsediyorlar. Tarihten gelen sevgi ve ilginin bir kaynağı olarak bu da belirtilebilir.
-İslam’ı yaşama anlayışında ne tür farklar vardı? Bu anlamda yaşadığınız örnekler oldu mu?
Buna örnek olarak şöyle bir şey anlatayım: Karaçi’de kapımızın hemen karşısında çok güzel bir cami vardı. Bir gün ezanı ben okumak istedim. Gittim, camideki bir görevliden rica ettim. “Ama senin sakalın yok ki!” dedi. Sadece ezan okumam için bile izin vermedi. Sakala, bıyığa çok takılan insanlar vardı. Bazı yerlerde şalvarın topuğun üstüne çekilmiş olması bile dikkat çekerdi. Şalvar-kamiz giymeyenlere çok bir şey dediklerini hatırlamıyorum ama bazı konularda çok mutaassıp davrananlara şahit oldum. Ama dinini yaşayanlar gerçekten çok nezih şekilde yaşardı. Ramazan aylarında teravih namazları her camide hatimle kılınır ve çocuk yaşlı demeden herkes katılır. Küçük mescitlerde bile teravih hatimle kılınır. Ve farz ibadetleri terk etmemeye çok dikkat eder Pakistanlılar. 20 rekât hatimle teravih kılar, ardından bir 20 rekât da kendi başlarına kılarlar. Böyle bir ibadet düşkünlükleri var. Ramazan’da gider 2-3 saat çalışır, döner, kalan vakitte evde ibadetle meşgul olur, hatim okurlar. Camilere herkes iftarlık götürür. Evinde yiyecek olsa bile orada da bir iftar açma halkası oluşur. Bunlar da çok güzel şeyler. Takıldıkları şeyler de var, bilmedikleri şeyler de var. Sokaklardaki direklerde bilhassa ana yollarda, görenleri zikretmeye teşvik etmek için, Allah’ın isimlerinin yazıldığı levhalar asılıdır. Yerleşim yerlerinde çevre temizliğine alıştığımız şekilde dikkat etmeyenlere rastlanabilir. Tam nedeni nedir bilinmez ama “Temizlik imanın yarısıdır” diye birçok yerde belirtilmesine rağmen ne yazık ki bu düstura pek dikkat etmeyenler de görülebilir.
KARAÇİ’DE FARKLI İŞLERE KOŞTUĞUM DA OLDU
-Bütün mescitlerde hatimle teravih kılınıyorsa demek ki bunun için eğitimli insan kaynağı da var değil mi?
Evet, medreseler var. Oralarda talebe yetiştiriyorlar. Mesela benim çocuklarım Kur’an okumayı ve temel dini bilgileri alt komşumuza medreseden gelen bir kişiden öğrendi. Her eve çocukları yetiştirmek için çevre camilerden ve medreselerden hocalar gelirdi.
-Karaçi İslamabad’a göre nasıl bir yer? Sosyal hayatı, çevresi, okulları açısından farkları var mı?
İslamabad başkent ama benim orada yaşadığım zamanlarda en fazla 500 bin nüfuslu bir Anadolu şehri gibiydi. Karaçi ise 20 milyon nüfuslu bir liman şehri. Bu kadar kalabalık bir şehrin ne kadar karışık olduğunu, kontrolün ne kadar zor olduğunu anlarsınız. Her milletten insan var. Pakistan’ın bütün ticaret hayatı oradan yürüyor. Karaçi’de küçük bir ofisiniz, bir masanız varsa gayet güzel ticaret yapabilirsiniz. Pakistan’ın her bölgesinden insan yaşıyor orada. Ayrıca halkın yerel aksanla ‘mâcır’ dediği, yani muhacir olan ve 1947 sonrasında Hindistan’dan göç etmiş insanların sayısı çok fazladır. Biliyorsunuz bir dönem Hindistan, Bangladeş, Pakistan aslında tek ülkeydi. Sonradan bölünmüşler. O yüzden insanlar aslında tek devletin halkı gibiler. Sadece Müslüman oldukları için yaşam tarzları değişiyor. Kültürlerin benzeştiği birçok alan var. Hint filmleri yakından takip edilir mesela. Dilleri de çok yakın birbirine. Bir de yazım farkı var, alfabeleri farklı.
-Karaçi’de ne kadar kaldınız? Bu arada hayatınızda değişiklikler oldu mu?
Halit Esendir Bey, çalışma arkadaşları ile 7 gün 24 saat değil, 7 gün 48 saat çalışır. Bana da vermediği vazife kalmadı. Öğretmenlikle başladım ama aynı zamanda ziyaretçilere mihmandarlık yapmakla da meşgul oldum. İlkokulda İslamiyat derslerine giriyordum. Urduca biliyordum, çevreyi de tanımıştım. Her gelen okul müdürü “Mustafa Bey zaten bu işleri yapıyor, burada kalsın” diyordu. Böyle denile denile Karaçi’de 9 yıl kalmış oldum. Türkiye’den okullar için sıra, masa ve eğitim gereçlerinin yanı sıra, bazen insani yardım malzemeleri de konteynırlarla geliyordu. Ev sahibim gümrükçüydü. Halit Bey bu yüzden gümrük işlerini de bana tevdi etti. “Hacı, bu evden çıkma sen, hem gümrük işlerini de takip edersin” diyerek takıldı. Gerçekten de kısa süre sonra ev sahibimden resmi işlemlerin takibini öğrenerek, gelen eğitim ve insani yardım malzemelerini gümrükten teslim almaya başladım.
2004’te tamamen halkla ilişkiler işlerine yöneldim. Öncesinde epeyce bunalmıştım, “Bu ülkeden gideceğim” diyordum. İsmail Nazlı Bey sağ olsun çok anlayışlı bir insan, benimle konuşmak için İslamabad’dan Karaçi’ye gelmişti. Ve bana “Sırf senin için geldim” demişti. Bu cümleyi hiç unutmuyorum. Değer verdiğini gösteriyordu. O koltukta oturuyordu, ben de yanında yerde oturuyordum. Kalktı yanıma yere oturdu. Anlattıklarımı dinledi. İçimizi döktük biraz. Sonra odadan çıktı. Oradaki diğer arkadaşlara, “Mustafa Bey bundan sonra halkla ilişkiler işleri yapacak” dedi. Rahmetli müdürümüz Âdem Bey’e de “Mustafa Bey sabahları düzenli olarak derslerine girecek, ardından diğer işlerini takip edecek” diyerek bana ayrı bir iş tanımı çizmiş oldu. Halkla ilişkiler geniş bir çevre oluşturdu bizim için.
İŞ ADAMLARI, OTEL YERİNE BİZİM MİSAFİRHANEDE KALIYORDU
O zamanlar orada misafirhane gibi bir yerimiz yoktu. Pakistan’da çok sayıda ticaret fuarı düzenleniyordu. Türkiye’den gelen iş adamları elçilikten veya konsolosluktan yardım istediklerinde sıklıkla bize yönlendiriliyorlardı. Yetkililer “Orada Türk Okulları var, onlar size yardımcı olur” diyorlarmış. Tanıdığımız iş adamlarının haricinde hiç tanımadığım insanlar gelip bizden tercümanlık yapmamızı, kendilerini Karaçi’de gezdirmemizi istiyorlardı. Onun karşılığında da bağış bırakıyorlardı. Bu şekilde dostluklar kurduk, çevre edinmiş olduk. Böylece Karaçi’de güzel bir misafirhane açtık 2004’te. Önce ‘bir iş adamları derneği mi açalım’ diye düşündük.
Sonra bir misafirhanenin çok daha önemli bir işlev yükleneceği fikri ağırlık kazandı. İş adamları derneğimizin ofisini de oraya açmaya karar verdik. Farklı ülkelerin elçiliklerinin olduğu zengin bir muhitte iki katlı bir ev tuttuk. İçi tamamen mermer kaplıydı. İçinin tefrişatını yaparken mobilyaları tanıdığımız bir mobilyacıya özel yaptırdığımız için daha uygun fiyata mal ettik. Otel usulü bir sistem kurmuştuk. Aynı anda 20 kişi ağırlayabilecek kapasitesi vardı. Gelen misafirler masraflarını karşılamaya yetiyordu. Otele verecekleri parayı misafirhaneye bırakıyorlardı. Pakistan’ı sıklıkla ziyaret eden bir iş adamı vardı, bütün odalara klima taktırdı. “Lüks otellere para vermektense buraya vereyim” diyordu. Türkiye’den gelirken, peynir zeytin gibi Pakistan’da bulamayacağımız ürünleri de getiriyordu. Ayrıca gelince her seferinde daha havaalanında iken telefon eder, “Haydi markete gidelim de misafirhaneye ne lazımsa alalım” derdi.
O mekânı haftada 4-5 gün farklı iş dünyası ve sosyokültürel etkinlikler için kullanıyorduk. Sadece benim 3-4 tane programım olurdu hem Pakistanlıların hem Türklerin katıldığı… Orada yaşayan ya da oraya çalışmak için gelen Türkler de bu merkezimize destek oldu. Orası aynı zamanda bir buluşma noktasıydı da. Pakistanlı iş adamları otellere gitmektense bizim misafirhanemizde buluşur, toplantılarını orada yaparlardı. O hale gelmişti. Ben Karaçi’den 2009’da ayrıldıktan sonra nasıl devam etti bilemiyorum.
Devam edecek…
***
İkinci Bölüm: Eğitimci Mustafa Hatipoğlu (2): Bir beklentimiz olmadığı için Allah bize oraları güzel gösterdi
No Comment.