PakTürk Okulları Matematik Öğretmeni Hacer Bahar Çokarslan, röportajımızın 2. bölümünde Karaçi ve Lahor’daki ilk öğretmenlik tecrübelerini, velilerle diyaloglarını ve yaşadığı imtihanları anlatıyor.
-İlk öğretmenlik tecrübeniz Karaçi’de başladı. Neler hatırlıyorsunuz o günlerden?
Karaçi, Pakistan’ın çok kalabalık şehirlerinden biri ama bizim okulumuz çok kalabalık değildi o dönem, binamız küçüktü. Her sınıftan bir şube açılabilmişti. Her birimde öğrenci sayısı 20 bile değildi. O yüzden yurdumuz da küçüktü. 10’a yakın öğrenci, 5-6 belletmen ve bekar bir öğretmen olarak ben de orada kalıyordum. Hatta çatı katı daha serin olduğu için ayrı odalarda değil hep beraber orada kalıyorduk. Güvenlik sıkıntıları sebebiyle çocuklar dışarda bir yere gidemiyor, biz de götüremiyoruz. Canları sıkılıyordu. Film açıyoruz vs. ama nefse ağır gelen bir yıldı gerçekten. “Bacı” dediğimiz çalışan yardımcı hanımlar da sokaklardaki karmaşadan dolayı vaktinde gelemiyordu. Biz nöbetleşe kahvaltı hazırlıyorduk. Akşamları okulda da nöbetim olduğundan yurtta nöbet almamıştım ama sabahları zaten çocuklarla kalkıp okula gittiğim için kahvaltı nöbeti almıştım.
Bir gün 3. kattan aşağı koşturarak indim, çocuklara kahvaltı hazırlıyorum, dutpati yapıyorum, onların çaylarından. Yumurta vs. yaptım. Kendim yemedim, onlar için hazırlayıp yukarı çıktım. Geri döndüğümde kahvaltıya hiç dokunulmadığını gördüm. Çünkü onlar yumurtayı çok aşırı pişmiş seviyor, ben acele ettiğim için biraz yumuşak kalmış, yiyememişler. Onların kültürü bu tabi, bir şey diyemezsin. Sonra 7. sınıf çocuklarından biri “Kahvaltı nerede?” dedi. Türkçe de biliyor tabi. Bir şey demedim ama nefsime dokunan bir durumdu. Sonra onlara para verdim, kendilerine kahvaltı almaları için..
O anda Türkiye’de katıldığım seminerden bir şey aklıma geldi. Yurt dışında vazife yapan öğretmenler gelip tecrübelerini aktarıyordu. Bir öğretmen kendisiyle alakalı şöyle bir şey anlatmıştı. Yeni öğrencileri ile eski rehberlik öğretmenleri hakkında konuşurken “Onun en sevdiğin özelliği neydi?” diye sormuş. Çocuk da “O bize çok güzel kahvaltılar hazırlardı.” demiş. O gün bunu duyunca “Bu tam benlik, ben bunu yaparım, çocukların kalbine girerim.” diye düşünmüştüm. İşte ‘tam benlik’ dediğim şeyde o gün burnum sürtülmüştü. Böyle imtihan oldum. Onu hatırlayınca dedim ki “Bu iş benim işim değil, senlik bir şey değil. Allah dilerse seni öğrencilerine sevdiriyor.” Rabbim bana bunu hatırlattı. Benlik olan bir şey olmadığını gösterdi. Çok istiyordum yurt dışını. İnsan kendine bunu gösteriyor. Karaçi’de ilk yılım böyle zor bir yıldı.
-Okuldaki dersler ve öğrencilerle iletişiminiz nasıldı?
Pakistan halkı sünnetlere uyma konusunda çok hassastır. Mesela, ezan okunurken ders anlatmaz, beraber dinlerdik öğrencilerle. İlk defa öğretmen olarak sınıfa girdiğimde ezan okunmaya başladı, ben de sustum, dersi bıraktım. Öğrenciler de başlarına örtülerini aldılar. Geleneksel kıyafetlerinde var zaten omuzlarından sarkan örtüleri. Çocukların o hali o ilk derste beni çok etkiledi. Gözlerim doldu. Zaten çok heyecanlıydım. Daha çok ihlas vardı belki. Türkiye ile karşılaştırılmaz orası bu anlamda. İzmir’de okurken, sokakta başörtülü olduğumuz için küçük görülürdük. Öyle bir kültürden sonra Pakistan’a gitmek benim için büyük bir nimetti. Bir restoranda namaz kılacağın zaman yer yoksa bile bir örtü serer yer hazırlarlar.
Karaçi’de o ilk yıl abdestsiz derse girmemeye çalışıyordum. Sınıfta öğrenciler gittikten sonra Fetih, Yasin sureleri okurdum. Tabi aynı devam etmiyor. Zamanla unutulan şeyler. Bekarlıktan kaynaklanan bir zaman genişliği de vardı.
‘ÖĞRETMENİM SÜTLAÇ GİBİ ÇOK TATLISINIZ!’
Karaçi de bana çok şeyler kattı. Küçük bir okuldan başlamak iyi oldu. Bu belki benim fıtratımla alakalı bir şey. İlk öğretmenlik tecrübem olduğu için büyük bir okulda başarısızlık yaşasaydım daha kötü olurdu. Karaçi fizikî şartları zor bir yerdi. Rabbim Hizmet’in sadece rızası için olduğunu öğretti, çok şükür. Demek hizmette bir devamlılığımız, nasibimiz varmış ki Rabbim bir soğukluk vermedi.
Dönemin ortasında gitmiştim. Herkesin sınıfları belli olmuştu. Dönem sonuna kadar yani nisan ayına kadar bir sınıfım yoktu. O vakte kadar yurttaki öğrencilerle ilgilendim, zaten beraber kalıyorduk. Yemek, yiyecek, temizlik vb. konularda nefsani olarak zorlandığım bir dönem oldu. Nisandan sonra veli ziyaretleri yapmaya başladım.
Karaçi’de ilkleri yaşadım. İlk öğrencilerim ilk velilerim, onları ziyaretlerim hep orada kaldı. İlklerde hep heyecan olur ya, onlar bize güvenip çocuklarını gönderiyordu. Ben de tedirgin oluyordum Urduca bilmediğim için. Bazen veli ziyaretine giderken yanıma öğrencilerden yardımcı alıyordum. Bir öğrencim vardı “Öğretmenim sütlaç gibi çok tatlısınız!” diye mesaj atmıştı bana.
İlk sene yemeklere alışamamıştım. Acı, ağır kokulu geliyordu. Biryani piştiği zaman yurttaki bacımız bana tavuk ayırıyordu, ekmekle yiyordum, pilav kısmını yiyemiyordum. “Senin tabağın burada” derdi bana.
Karaçi’ye giderken İslamabad’dan ayrıldığım için ağladım; Lahor’a gelirken de Karaçi’den ayrıldığım için ağladım. İlk yılımdı, imtihan oldum desem de Karaçi’den ayrılırken ağladım. Aslında güzel bağlar kuruluyor. İnsan geçmişe özlem duyuyor. Hizmet için Allah rızası için olunca gittiğin yerde de güzellikler nasip oluyor. Güzelliklerle ayrıldım Karaçi’den. Aynı yıl yeni dönem başlarken Lahor’a tayinim çıktı.
-Lahor’da yaşamak, öğretmenlik yapmak daha farklı mıydı? Neler yaşadınız?
Lahor bambaşka bir yerdi, güzeldi. Aslında iş ‘dünyalaşma’ ile bitiyor. İşin ihlası vardı ilk başta. Afganistan mı, Pakistan mı olduğunu bilmeyecek kadar beklentisiz yola çıkmıştım. Mesela benim sağlık problemlerim de vardı. Babam “Sağlık sigortan da olmayacak ne yapacaksın oralarda?” diyordu. Ama böyle şeyleri bile düşünmedim. Pakistan’a bekar gittim ve aslında bekarlıkla yapılıyor iş. Evlenince ‘dünya evine girdin’ deniyor ya, aslında dünyalaşıyorsun. Ev, iş, eş, yemek, aile, çocukların gelecek kaygısı derken, doğal olarak bunlar hep ihlası yani sadece Allah rızası için yapılan şeyleri öldürüyor. Karaçi’yi, Lahor’u güzelleştiren şeylerden biri benim bekar olarak hizmet ediyor olmamdı. Evliyken de çok şey yaşadım elbette. İlkler unutulmaz ya, benim ilklerim orada kaldı. İlk öğretmenlik anılarım orada, ilk öğrencilerim orada.
Lahor’daki okul büyüktü. Üst katı yurt olarak düzenlenmişti. 50 kadar öğrenci kalıyordu. Bekar bir öğretmen arkadaşla birlikte yurtta kalıyorduk. En güzel yanı öğrencilerle bir aradaydık. Çocuklar anne gibi görüyordu bizi. Benim de şefkat tarafım biraz fazladır. Bununla imtihan da oluyordum. Lahor’da da öğrencilerden ayrılmak çok koymuştu, hâlâ da görüşüyoruz. Hatta geçen sene bir tanesi buraya üniversiteye geldi. Bizi ziyaret etti, evime geldi, 3 gün kaldı.
HİKAYELERDE OKUDUĞUM ŞEYLERİ YAŞADIM
Lahor Pakistan’ı hissettiğim bir yıldı. Öğrenci çok, öğretmen azdı. 4 sınıfta 96 öğrencim vardı. 7. ve 9. sınıflara rehberlik yapıyordum. İki sınıfı birbirine abla-kardeş olarak eşleştirmiştim. Hepsine kendim yetişemeyince bu şekilde kolaylaşıyordu işim. Küçükler ablalarının olmasından hoşlanmıştı. Ders olarak da yoğunduk. Veli ziyareti, öğrenci rehberliği, okuma programları derken yoğun bir yıl oldu. Yurtta da aynı şekilde yoğunduk. Hikayelerde okuyup da aşka şevke geldiğim hadiselere benzer şeyler yaşadım o bir yılda. Öğrencilerle birlikte vakit geçirmek çok güzeldi. Anne olmadan ilk anneler günü hediyemi orada aldım. Daha evli bile değilken öğrenciler benim anneler günümü kutladı. Maddi değeri çok düşük ama manevi olarak benim için çok kıymetli olan bir yüzük hediye etmişlerdi. Hala saklıyorum onu, gördükçe onları hatırlıyorum.
Pakistan kültüründe şefkat, sevgi içte yaşanan bir şeydir. Samimi insanlar. Çocuklar da bizde o sevgiyi bulunca mutlu oluyorlardı. Bir de annelerinden uzak yurtta kalıyorlar. 2-3 haftada bir ailelerini görmeye gidip gelirlerdi. Bizi anne gibi, abla gibi, aile gibi hissediyorlardı.
-Öğrencilerle yaşadığınız unutamadığınız şeyler var mı?
Bir gün bahçede 9. sınıf öğrencilerden biri bisikletle oynarken düştü. Hem rehber öğretmeniyim, hem yurtta kalıyor. Doktora benim götürmem lazımdı. Yurtta kalan Pakistanlı belletmen bir arkadaş vardı. Tıp okuyordu aynı zamanda. Dedi ki “Boşuna hastane ile uğraşmayalım. Burada kırık-çıkıkçılar var. Oraya götürelim.” Hem yerli, hem tıp okuyan biri bunu söyleyince ‘var demek ki bir bildiği’ diye düşünüp “Tamam” dedim. Gittiğimiz yer sokak ortasında tahta kulübe gibi bir yerdi. Öğrencinin diz kapağı çıkmış diye tahmin ediyorum. Canı acıyor. Hiç sağlıkla ilgili bir yere benzemiyor, hijyenik değil. Adam şalvarın üzerinden kızın dizini muayene etti. Mahrem olmadığı için açmadı. Şurası mı burası mı derken bir dokundu, bastırdı. Çocuğun canı çok yandı. Zaten sürekli ağlıyordu. Ben de teselli etmeye, rahatlatmaya çalışıyordum. Onu görünce ben de korktum.
‘İyileştirmeye getirdik, daha mı kötü yaptık!’ diye düşünüyorum. Hastane yerine başka bir yere gittiğimizi kimseye söylemedik. Sadece üçümüz biliyorduk. Adam sonra yapmamız için bazı şeyler tavsiye etti. O çocuk iyileşene kadar her gün onunla ilgilendim. Bakımını yaptım. Sonunda düzeldi tabi. Böyle bir sırlı anımız oldu. Orada devam eden bir kültüre, geleneğe biz de uymuş olduk. O çocuklarla çok fazla anılarımız var. Hala da görüşüyoruz. Mezun oldular. Onlardan biri geçen yıl pandemiden önce evime geldi burada. Kimilerinin evlendiğini, çocuklarının olduğunu duyuyorum.
GELECEĞİN ANNELERİNİ YETİŞTİRDİĞİMİ HAYAL EDİYORDUM
Lahor’da biraz daha kültürün içine girdiğimi hissettim. Orada kızlar erken evleniyor. Okul bitmeden nişanlananlar oluyordu. Normalde rehber olarak yetişmiş öğrencilere hangi vazifeyi vereceğimizi düşünürdük. Fakat orada kabul etmemiz gereken bir realite vardı. Bu çocukların çoğu üniversiteye gitmek yerine evlenecekler. Onların öğretmen vb. gibi meslek sahibi olduğunu hayal dahi edemiyorduk. Okuyanlar da tıpa gidiyordu. Çok yaygın orada tıp okumak. Ben o çocuklara geleceğin annesi gözüyle bakıyordum. Çocuklarını iyi yetiştireceklerini hayal ediyordum. Eski öğrencilerden evlenmiş, çocuğu olmuş ve getirip bizim okula kaydettirmiş olanlardan bahsedilirdi. Kız öğrencilere rehberlik yaparken ‘geleceğin annesini yetiştirdiğimi’ hayal ediyordum.
Ama hepsi öyle değildi tabi. “Bu mekanlar size emanet” diyebileceğimiz öğrencilerimiz de oldu. Hâlâ arıyorlar, görüşüyoruz. Veli ziyaretlerinde annelere “Çocuğunu neden PakTürk’e gönderdin?” diye sorardım. “Eğitim” diyen de oluyordu, “Bilim fuarında standınızı, başarılarınızı gördüm.” diyen de vardı ama ahlâkî yönüyle tercih eden veliler az değildi. Bir çocuğunu göndermiş, rehberlik programından memnun kalmış, diğerlerini de gönderiyor mesela.
-Velilerle iletişiminiz nasıldı?
Velileri evlerinde ziyaret etmek PakTürk Okulları’nda eğitimin bir parçasıydı. Bütün öğretmenler rutin olarak sırayla bunu yapardı. Lahor’da bir öğrenci velisini telefonla arayıp evinde ziyaret etmek istediğimi söylemiştim. Biraz sonra kadın kendisi çıkıp geldi. Pakistanlı bir aileydi ama yurt dışı geçmişleri de vardı. Çocuklarının eğitimini çok önemsiyorlardı. Fakat bizim okulun kültürüne alışkın değillerdi. Kadını kapıda görünce şaşırdım. Üstelik apar topar ev kıyafetiyle çıkıp gelmişti. “Ne oldu, çocuğum ne yaptı?” diye sordu, beni görünce. “Merak etmeyin, yok bir şey” dedim. “Sizinle tanışmak, evinizi, çocuğun odasını görmek istedim. Onun başarısı için koordineli bir şekilde çalışmamız gerektiğini konuşacağım sizinle.” dedim. Onlar için veli ziyareti farklı bir şeydi zaten. Zamanla bizim kültürümüze alışıyorlardı. Sonra biz onu eve davet ediyoruz. Böylece zamanla daha samimi bir iletişim kuruyorduk.
Devam edecek…
***
Birinci Bölüm: Matematik Öğretmeni Hacer Bahar Çokarslan’ın İzmir’den Pakistan’a uzanan sırlı yolculuğu (1)
No Comment.