2000 yılıydı. Amerika’da yüksek lisans yapıyordum. Derslerimi bitirmiştim. Ardından başladığım pedagojik formasyon derslerini de tamamladım. Öğretmenlik sertifikasını almak için staj yapıyordum. O sırada da Türkiye’ye gelmiştim. Tekrar Amerika’ya dönmek istedim ancak vizeyi yenileyemedim.
Sonrasında bir iş ve çalışma imkânı aramaya başladım. Benim yurtdışına yüksek lisans yapmaya gitmeme vesile olan birisi vardı. Kendisine eğer bir imkân ve fırsat doğarsa tekrar yurt dışına gidebileceğimi söyleyip yardımını istedim. Ancak öğretmenlik yapabilmem zordu, birçok ülkede eğitim-öğretim sezonu halihazırda başlamıştı. Gidebileceğim sadece bir iki ülke opsiyon olarak kalmıştı. Pakistan da bu opsiyonlardan biriydi. Bunun üzerine ben de o kişiye “Pakistan olabilir, orası sevdiğim bir yer, kulağa hoş gelen bir yer” dedim. Zaten çocukluğumda -babamın işinden dolayı- Suudi Arabistan’da yaşarken Pakistanlı arkadaşlarım da olmuştu. Bunun üzerine biraz beklemem gerekti. Sonunda besmele çekip Pakistan’a gitmeyi kabul ettim.
Pakistan’da ilk gittiğim yer Karaçi idi. Hemencecik Karaçi’de çalışacağım söylenince haritadaki yerine baktım öncelikle. Deniz kenarında bir şehirdi. Amerika’da yaşayan birisi için deniz kenarında zengin ve turistik bir tatil beldesi gibi duruyordu, sayfiye yeri gibi olduğunu hayalimde canlandırdım. O dönem internet yok, telefon imkânı çok kısıtlı. Bilgi edinmek şimdiki gibi kolay değildi. Zihnimde Karaçi’yi büyük, düzgün, düzenli ve deniz kenarında olduğundan yemyeşil bir kent şeklinde tasavvur ediyordum. Hatta o derece ki vize işlerine yardım eden kişiye “Karaçi’de araba kullanmaya gerek var mı, toplu taşıma yeter mi, metro ile okula gidip gelsek galiba ulaşım konusunu hallederiz herhalde” demiştim. O güne kadar Karaçi’nin nerde olduğunu bile duymamıştım. Güzel bir şehre gideceğime dair ciddi beklentim vardı. Bu duygularla vize muamelelerini bitirdim. Uçağa bindim. Karaçi’de Cinnah havalimanına indik. Havalimanından dışarıya adımımı atar atmaz o güne kadar olmadık şekilde burnumun direğini yakan bir kokuyla karşılaştım. Akıl almaz bir nem ve sıcak hava vardı. Şafak daha sökmemişti. Sabah namazına bile vakit vardı. Günün o serin anlarında dahi daha önce karşılaşmadığım bir hararet vardı. Bir Eylül günüydü. Belki o yüzden de o kadar nemliydi hava. Muson ikliminin nemli dönemiydi galiba. Havalimanından çıkar çıkmaz sağlı sollu taksiciler etrafımı sardı. Sebze meyve pazarı gibi herkes müşteri kapmaya çalışıyordu. Neyse ki beni karşılamaya gelen arkadaşlar vardı o anda orada. Pakistan trafiğine ilk o gün o saatte şahit oldum. At arabalarından rikşalara kamyonlardan bisikletlilere yol akla gelebilecek her türlü vasıtayla doluydu. İşte, o an nasıl bir keşmekeşin içine düştüğümü, burasının sakin bir turistik şehir olmadığını iliklerime kadar hissettim.
O dönem orda Ayhan Bey yaşıyordu Karaçi’de. Beni hemen alıp doğrudan evine misafirliğe götürdü. İki odalı bir evde yaşıyordu. Karı-koca ve minik bir kız çocuğu üç kişilik bir ailesi vardı. Aile beni misafir edebilmek için kızlarının kaldığı odayı boşaltmışlardı. Kızlarını kendi yatak odalarına yanlarına almışlardı. Sağ olsun, onunla beraber okula gidip gelmeye başladık. Aslında Türkiye’den gelen bekâr genç öğretmenlerin kaldığı bir ev varmış. Ama benden hemen önce yeni gelen başka bir evli öğretmen arkadaş o evde ailesiyle kalmaya başlamış. Ben ve benim gibi diğer bekâr öğretmen ve belletmenlere müsait yer kalmamış. Ev şehir merkezinde ve okula arabayla bir saatlik mesafedeymiş. Bu yüzden kendisi -çok sağ olsun- iki ay kadar beni evinde misafir etti, her gün okula götürüp getirdi. Şehir merkezindeki evde kalan arkadaş kendine ev buldu. Biz de bu evin okula uzak olması sebebiyle eşyalarını okula yakın bir yere taşıyalım dedik. Okulun olduğu mahalleden yeni bir daire bulduk ve oraya taşındık. Yeni taşındığımız kiralık kat büyükçe bir evdi. Dört odası vardı. Alt katta ev sahibi ve üst katta biz kalıyorduk. O sırada yanılmıyorsam Karaçi’de toplamda Türkiye’den gelen dört aile vardı ve sadece ben bekârdım.
Amerika’daki rahat hayattan sonra Karaçi’de geçirdiğim ilk yıl çok zorlandım. 1999’daki askeri darbenin ertesi yılıydı. Şehir çok güvenli gelmiyordu. Dışarı fazla çıkamıyordum, beraber vakit geçireceğim başka arkadaş okul sonrasında yoktu. Hafta içinde okula gidip geldiğimden bir şekilde zihnim meşgul olsa da hafta sonları yalnızlıkla geçiyordu. Hafta sonları gelmesin istiyordum. Cumartesi pazar günleri geçmek bilmiyordu. Cuma günü okul bitince “ben ne yapacağım bu iki gün tek başıma” diyordum. Beş altı ay boyunca “keşke hafta sonları okulda işler olsa bana da meşgale çıksa” diye içten içe geçiriyordum. Bahara doğru bilgisayardan önce bir sertifika (IBL) sonrasında da bir yüksek lisans programına başladım. Bu program dolayısıyla zihnim ve vaktim dolduğundan yalnızlık hissim biraz hafifledi.
No Comment.