Araştırmacı Adem Arıkanlı, Pakistan için bağımsızlık fikrini ilk ortaya atan Allâme Muhammed İkbal’in portresini yazdı. İkbal’in Hz. Mevlâna ile benzer yönlerine dikkat çeken Arıkanlı, İkbal’in Anadolu için anlamına da değiniyor.
Muhammed İkbâl-i Lahorî, 9 Kasım 1877’de Pencap eyâletinin Siyalkut şehrinde dünyaya geldi. İkbâl’in ecdadında İslâmiyet’i yaşama ve yaşatma aşk ve şevkinin olduğunu, İkbâl üzerindeki müessiriyetlerinden anlıyoruz.
İkbâl, Siyalkut’ta ilk tahsilini bitirdikten sonra Lahor’da yüksek tahsilini felsefe üzerine yapar ve bir müddet aynı fakültede hocalık yaptıktan sonra da, Avrupa’ya gider. Avrupa’da üç yıl tahsil görür ve doktora tezini Münih Ludwig Maximilian Üniversitesi’ne verir. Avrupa’dan döndükten sonra Mevlâna’nın yolunu tercih eder. “Mevlâna’nın en büyük müridi şüphesiz ki İkbâl’dir.” diyenler haksız değildir.
Mevlâna’nın dönemini, kendi dönemi ile karşılaştıran İkbâl, şöyle der: “O geçmişte fitneciliği bastırdı, ben de günümüzde aynı şeyi yapıyorum.” Muhammed İkbâl’in oğlu Dr. Cavit İkbâl, Mevlâna ile babasını şöyle kıyaslar: “Muhammed İkbâl ve Mevlâna Müslüman birer şair olarak, şiirleriyle kendi çağlarının mânevî irâdelerini tasvir etmeye çalışmışlardır. Her ikisi de okuyucuyu büyüler. Çünkü mesajlarındaki tazelik, zamanın akışıyla tesirini yitirmemiştir. Her ikisi de olağanüstü çalkantılı dönemler yaşamış olmalarına rağmen, şaşkın insanlığa umut ve huzur vermişlerdir.”
Bunalımlı dönemin barış beldesi: Konya
Mevlâna 13. yüzyılda görkemli İslâm medeniyetinin yıkılışına şahit oldu. Bu bir mânevî ve kültürel çöküş devresiydi. Bu dönemde İslâm, en korkunç iki düşmanıyla karşılaştı: Batı’da Haçlılar, Doğu’da Moğollar. Her tarafta ölüm ve tahribat vardı. İlim adamları kendi canlarını korumak için, vatanlarından kaçıyorlardı. Ancak bu karışıklık Konya’ya bulaşmadı ve burası bunalımlı bir dönemde barış beldesi olarak kaldı.
İkbâl’in yaşadığı çağ, yani 19. yüzyılın sonuyla, 20. yüzyılın başı da, bunalımlı bir dönemdi. Osmanlı dağılıyordu. Balkanlardaki savaşlar, Türkleri Avrupa’daki topraklarından mahrum etmişti. Müslümanlar, Doğu Avrupa’dan kovuluyordu. Mısır, İngilizlerin çizmesi altındaydı. Fransa, Fas’ı ele geçirmiş; Çin ve Orta Asya’daki Müslümanlar, Milliyetçi Çin İmparatoru ve Rus Çarı’nın esareti altındaydı. İran çökmek üzere, Afganistan İngilizlerin hâkimiyeti altındaydı. Hint Müslümanları, kaybettikleri özgürlüklerini tekrar kazanmaktan umutlarını yitirmiş; İngiliz hâkimiyeti altında ‘büyük azınlık’ durumuna düşmüşlerdi. İtalya Trablusgarp’a saldırmış; Ruslar Meşhed’i bombalıyordu. Irak ise İngilizlerin istilâsı altındaydı. Hatta İstanbul bile, İngilizlerin eline düşmüştü. Suriye, Fransa’nın eline geçmiş, Sevr Antlaşması uyarınca Türkiye parçalanmaya çalışılıyordu.
Müslümanlar inisiyatifi kaybetmişti
Diğer taraftan ideoloji alanındaki durgunluk, ulemânın sadece geriye bakmasına sebep olmuş; düşünce hürriyeti kaybolmuştu. Çökmekte olan tasavvuf, hareket iradesini öldürmüş; hukukçular ‘içtihat’ kapılarını kapatmıştı. Böylece İkbâl’in yaşadığı çağda, genellikle geçmişte yaşayan ve sürekli olarak ‘savunmada olan’ Müslümanlar inisiyatiflerini kaybetmişlerdi.
Mevlâna ve İkbâl arasında 700 yıllık bir ara olmasına rağmen her ikisinin de kendi çağlarındaki fitne ve karışıklıkları bastırdığı görülür. Düşünce bakımından İkbâl ve Mevlâna arasında birçok benzerlik vardır. Her ikisi de İslâm tarihinin bunalımlı dönemlerinde yaşamış ve çürümekte olan çevrelere karşı alışılmışın dışında bir tepki göstermiştir.
İkbâl’in Peyâm-ı Meşrık (şarktan haberler) isimli eseri için; “Şark ve Garb’ın eski ve yeni fikir diyarlarını adım adım ve müstesna bir nüfuz ile dolaştıktan sonra, Konya’da Mevlâna’nın yeşil kubbesi üzerine yuva kuran bir devlet kuşunun içten gelen terennümleridir.” denir.
‘Ey vatanım sana baktıkça gözyaşları döküyorum’
İkbâl eğitimini tamamlayıp memleketine döndüğünde müstemlekecilere karşı ittihat cephesini kurar. Yazdığı şiirler ve yaptığı konuşmalarla halkını ülkesinin istiklâli için mücadeleye davet eder. Bir konuşmasında şöyle der İkbâl: ‘‘Benim destanımın işitmeye ihtiyacı yoktur. Benim konuşmam sükûttur. Dilim dilsizliktir. Papağanlar, kumrular, bülbüller, gül bahçesindeki kuşlar el ele verip benim feryat üslûbumu çaldılar. Ey vatanım, sana baktıkça gözyaşları döküyorum. Zîrâ senin masalın, masalların en ibret vericisidir. Bir an hâli ve istikbâli düşün, destanlar içinde senin derdine deva olacak neler vardır? Ey Müslümanlar, eğer kendinize gelmezseniz mahvolur gidersiniz. Dasitanınız da dasitanlar arasında silinip gider.’’
Bir şiirinde İkbâl:
‘‘Bir mezar toprağından kulağıma geldi ki,
Yerin altında da yaşamak mümkündür.
Başkalarının istediği gibi yaşayan insan,
Nefes alır, lâkin canı yoktur.’’
diyerek hür iradenin ehemmiyetini vurgular.
İkbâl, memleketini sömüren yabancı devletin hizmetinde bulunmamak ve onlarla mücadele etmek için, devlet işlerinde vazife almayıp serbest avukatlığı seçti. O çok iyi anlamıştı ki, hâkim yabancı devletleri tenkit etmek, esaret altında yaşayan bir milletin kurtuluşu için kâfi değildir. Fertlerden başlayıp topyekûn halkın şuurlanması gerekir. Onun için Esrâr-ı Hodi (benliğin sırları) ve Rumûz-u Bihodi (benlikten geçmenin remizleri) mesnevilerini yazmaya koyuldu.
İlk kez Pakistan fikrini ortaya atıyor
1930 yılında Hint Müslüman Cemiyeti, İkbâl’in başkanlığında toplandı. İkbâl bu toplantıda yaptığı müessir konuşmasında ilk defa Pakistan fikrini ortaya attı: “Hint Müslümanları için, Müslümanların ekseriyeti hâiz oldukları eyâletleri içine alan ayrı bir devlet kurmaktan başka bir çare yoktur.”
Bağımsız Pakistan Devleti arzusunun o gün için birçok muhalifi olmuştur. Hattâ Muhammed Ali Cinnah bu fikre değer vermiyor, Müslümanların hususî şartlarla bir çoğunluk olarak yaşayabileceğine inanıyordu. İkbâl sarsılmadı bu fikrini ölünceye kadar savundu.
Muhammed İkbâl: “Dostlarımın denizi çiğ tanesi gibi; coşmuyor. Hâlbuki benim çiğ tanem, deniz gibi tufanı sırtında taşıyor. Bir nağmeyim. Mızrapla alâkam yok. Ben yarının şairinin terennümüyüm.” diyordu.
Bu sırra vâkıf olan bir daha gelir mi?
İkbâl ömrünü hep milletinin istiklâli için harcamaya çalıştı. 1934 senesinde gırtlak kanserine yakalandı ve dört yıl bu hastalıkla birlikte mücadelesini sürdürdü. 1938 Nisan’ının 21. gecesi vefatından yarım saat önce, İkbâl çevresindekilere şöyle diyordu:
“Geçip giden nâmeler geri gelir mi? Gelmez mi?
Hicaz semtinden tatlı bir rüzgâr eser mi? Esmez mi?
Bu fakirin devri sona erdi.
Bir daha bu âleme sırra vakıf insan gelir mi? Gelmez mi?”
Dostlarına ve sevdiklerine son sözleri şunlardır: “Ölüm, bir Müslüman için korkulacak şey değildir. Ölüm bu cihan işlerinin bir tekâmülüdür ve taze bir hayatın kapılarını açar. İnanmış bir Müslüman, ölümü tebessümle karşılamalıdır.’’
Sağlığında İkbâl:
“Ya Rabbi, yıldızıma uyanık göz ihsan et;
Bana bir minarenin gölgesinde bir mezar nasip eyle’’
demişti.
Öyle de oldu. Kabri Lahor’da Pâdişah Meclisi’nin minaresinin gölgesindedir. İkbâl’in kabrinden alınan bir avuç toprak, Mevlâna Müzesi’nde yapılan sembolik bir mezarda durmaktadır.
Türk-Pakistan dostluğunun mümessili
Müslüman Türk milletinin kahramanlığının samimi hayranlarından olan İkbâl, Türk-Pakistan dostluğunun mümessillerindendir. İtalyanlar Trablusgarp’a hücum ettiklerinde, Hint Müslümanları Lahor Meydanı’nda büyük bir miting düzenleyip, Batı’nın hak tanımaz tutumunu tel’in etmişler ve Anadolu’daki kardeşlerine yardım toplamışlardı. Topladıkları yardımlar Rusya üzerinde ulaştığı için, Anadolu’da yardımın Rusya tarafından yapıldığı zannedilir. Daha sonra anlaşılır ki, bu yardımlar kardeş Pakistan halkının atalarının sırtındaki gömleğe, kolundaki bileziğe, kulağındaki küpeye varıncaya kadar toplayıp gönderdiklerinden başkası değildir.
Onları bu derece yardım için coşturan İkbâl gibi hatiplerdi. O mitingde İkbâl, konuşmasını şöyle bitiriyordu: “Dünyanın insanı muzdarip eden hâllerinden çok sıkılmış, başka bir âleme göçmüştüm. Melekler, beni Hz. Muhammed’in (sas) huzuruna götürdüler. Peygamberimiz sordu: Bana o âlemden bir hediye getirdin mi? Dedim ki: ‘Yâ Rasulallah sultana sultanlık, gedaya da gedalık yaraşır. Dünyada huzur ve rahat kalmadı. Arzu ettiğimiz hayat, ele geçmiyor. Varlık bahçesinde binlerce lâle ve gül var; fakat hiç birisinde vefa kokusu yok. Asırlar var ki sana bir hediye getiremedik. Bedr’in aslanları, Uhud’un kahramanları gibi seni memnun edemedik. Buna rağmen huzurunuza hediye olarak bir şişe getiriyorum. Bu şişede o derece değerli bir şey var ki, bunu cennette dahi bulmak imkânsızdır. Bu şişede ümmetinin şerefi vardır. Bu şişede Trablus şehidinin kanı vardır.”
Daha renkli bahar sizleri bekliyor
“Maksadım gülistandır; gülü terk et. Bu ziyan, senin menfaatinin ziynetidir. Her ne kadar gonca gibi kalbimiz kırıktır; lâkin biz ölürsek gülistanda ölürüz. Gülfidanının içine bakıyorum, orada açılmak üzere yola çıkmış ne goncalar görüyorum.” diyen İkbâl, ümitsizliğin Müslüman işi olmadığını anlattıktan sonra, âdeta bugünleri görüp Pakistanlı Müslümanların maddî-mânevî yardımına koşan Gönüllüler Hareketi’ne sesleniyor: “Ey dost diyârını bilen tanıyan; bir müddet bizimle kal, zîrâ senden dostun kokusu geliyor. Sabredin başka bir bahar, eski bahardan daha renkli bir bahar sizleri bekliyor.”
(*) Bu yazı, ilk olarak Sızıntı dergisinin Nisan 2007 sayısında yayımanmıştır.
No Comment.