Kuetta’da güllerle karşılanan Zübeyde öğretmen (1): Öğrencilerimin gözlerindeki masumiyeti unutamıyorum

‘Yüzyılın felaketi’ ve İkbaliye Kasabası (Belgesel)
Nisan 21, 2021
Toplumsal olayların ortasında kaldığımız anlar!
Nisan 22, 2021

Kuetta’da güllerle karşılanan Zübeyde öğretmen (1): Öğrencilerimin gözlerindeki masumiyeti unutamıyorum

Zübeyde Koçyiğit ve öğrencileri piknikte...

PakTürk Okulları’nda İslamiyat dersi öğretmenliği yapan Zübeyde Koçyiğit’in Pakistan hikayesi daha oraya gitmeden başlamıştı. Zira, henüz Pakistan’a gitmek aklında bile yokken yaptığı umre ziyaretinde Mescid-i Nebevi’nin görevlileri ‘Pakistanlı kardeşim hoş geldin’ diyordu ona. Defalarca yaşadığı bu benzetilme durumu üniversiteden yeni mezun olan Zübeyde hanım için kaderin çizdiği yolu işaret ediyormuş meğer. 

12.5 yıl yaşadığı Pakistan’a dair hatıralarını anlatan Zübeyde hanım ile röportajımızın ilk bölümünde Kuetta’da güllerle karşılandığı andaki şaşkınlığını, bomba sesleri arasında yaptığı hizmetleri okuyacaksınız. Yaşadığı zorluklara, hastalıklara ve zorla ayrılmanın acısına rağmen Zübeyde öğretmenin unutamadığı çok şey var Pakistan’da. En çok da öğrencilerinin gözlerindeki o masumiyet...

-Pakistan’dan önceki hayatınızı kısaca anlatır mısınız?

Bursa’da büyüdüm. Babam öğretmen, annem ev hanımı. Baba mesleğini takip eden 5 kız kardeşiz. Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi’nde okudum. 2004’te mezun oldum. Aynı yıl eşimle tanıştık. Pakistan’da öğretmenlik yapıyordu. Bir sene sonra evlendik ve 31 temmuz 2005’te Pakistan’a gittim.

-Neden Pakistan? Nasıl karar verdiniz?

Daha öğrenciyken arkadaşlarım beni hep ‘yurt dışına gitmek isteyen kişi’ olarak bilirdi. 2004’te umreye gitmek nasip oldu. Mescid-i Nebevî’ye girerken oradaki görevli kadınlar bana hep “Hoş geldin Pakistanlı kardeşimiz!” diyordu. Başörtümün üzerine bir şal alırdım genellikle. Belki bu yüzden, belki yüzümü onlara benzetiyorlardı, bilmiyorum. “Ben Pakistanlı değilim, Türküm” derdim her seferinde. Bir akşam Mescid-i Nebevî’ye girdim. Ders yapılıyordu ve biraz geç kalmıştım. Kendi grubumu arıyordum. Bir görevli kadın geldi ve beni götürüp yine Pakistanlıların grubuna koydu.

Nerede daha iyi hizmet edebileceksem oraya gitmeyi nasip etmesi için Allah’a dua etmiştim umrede. Döndükten yaklaşık 1 ay sonra eşimle tanıştık. Ve tevafuk, eşim Pakistan’da öğretmenlik yapıyordu. Nişanlanınca eşim hemen evlenip beraber gitmek istedi. Ama ben bir sene daha okuduğum şehirde kalıp öğrencilerle ilgilenmek istedim bir vefa borcu olarak. Eşim ertesi sene yaz tatilinde geldi. 21 Temmuz’da düğünümüz oldu. O günlerde eşimin velilerinden 35 kişilik bir grup da Türkiye’de bulunuyordu tevafuken. Bursa’ya bizim düğüne de geldiler. Hediyeler getirmişlerdi. Çok şaşırmış, çok sevinmiştim. Düğünden 9 gün sonra yola çıktık.

KUETTA’YA İNDİĞİMİZDE BAŞIMIZDAN AŞAĞI GÜL YAĞIYORDU

-Gitmeden önce Pakistan hakkında neler biliyordunuz? Araştırma yaptınız mı?

Çevremde Pakistan’daki bazı öğretmenleri tanıyan arkadaşlarım vardı. Duydukları bazı şeyleri anlattılar ama ben çok önemsemedim. Allah insanın içine sekine veriyor. Çok fazla bakmadım, internette araştırmadım. Zaten genellikle gerçekler değil, ülkenin turistik en güzel halleri anlatılıyordu. 2005’in 1 Ağustos’unda Karaçi’ye indik. PakTürk Okulları’nda çalışan bir aile karşıladı bizi, asıl şegrimize gitmeden bir gece orada misafir olduk. Karaçi denince aklıma ilk gelen şey sıcaklığı ve gece boyu üzerimizde dönen fanın sesidir.

Zübeyde Hanım, Kuetta Uluslararası Havalimanı’nda (2015).

-İlk izlenimleriniz nelerdi?

Öncelikle çok sıcaktı. Uçaktan indiğimde hissettiğim ilk sıcak havayı ‘uçağın motorlarından kaynaklanan hararet’ diye düşündüm. Ama uzaklaşıp şehre girince gerçekle yüzleşmiş oldum. Çok sıcak bir memleketti. Buna nem de eklenince hissedilen sıcaklık daha da artıyordu.

-İlk olarak hangi şehirde yaşadınız?

Eşim Belucistan eyaletindeki Kuetta şehrinde İngilizce öğretmeniydi ama halkla ilişkiler vb. işler de yapıyordu. Afganistan sınırına yakın bir çöl şehri. 1 gün Karaçi’de kaldıktan sonra uçakla Kuetta’ya geçtik. Uçak inerken şehri görünce attığım çığlığı hâlâ anlatır arkadaşlar. Aşağı bakınca toz duman içinde bir şehir ve kerpiçten evler görmüştüm. O anda içim burkulmadı değil.

Orada ‘bolan’ denilen küçük minibüs gibi araçlar vardır. Bizi almaya havaalanına öyle bir araç geldi. Süslemişlerdi bizim için. Valizlerimizi alıp çıktık alandan. Her tarafta eli silahlı adamlar vardı ve biraz ürkmüştüm. Dışarı çıkınca birden gül kokusu duymaya başladım. Şaşırdım. Sonra yukardan gül yaprakları düşmeye başladı. Arkadaşlar başımızdan aşağı gül yaprakları atıyormuş meğer. Bu Pakistan’da bir âdetmiş. Oraya ilk kez gelenleri, çok uzağa gidip dönenleri veya hacdan umreden gelenleri böyle karşılıyorlardı. Pakistan’ın gülleri de kokusuyla meşhurdur. Gül kokusunda Peygamber Efendimiz’i (sas) anmaya alışmışız ya biz, ilk duyunca aklıma O geldi. Sonra gerçeği anladık tabi, koku gerçek güllerden geliyormuş. Ardından bindiğimiz bolanın hareketiyle teypte ‘hüzünlü gurbet’ şarkısının çalmaya başlaması, benim için de gurbetin zor ve hüzünlü anlarına bir başlangıç olmuştu.

HİCRETİN İLK YILLARINDA HERKES BİR ŞEYLERLE SINANIYOR

Okuldan arkadaşlar karşıladı bizi. Ayşe Bayazit ablaların evinde misafir olduk. Karaçi kadar olmasa da Kuetta şehri de sıcaklığıyla ‘hoşgeldin’ diyordu. Sese duyarlı biri olarak fan sesleri aklımda daha dün gibi. Klima bizim için lükstü o zamanlar. Eşim ev tutmuştu ama henüz inşaat halindeydi. Gidip baktık, mutfak dolapları yapılıyordu. Daha çok işi vardı bana göre ama meğer o bana göreymiş, yerler beton kalacakmış.. Eve geçmeden önce ben rahatsızlandım.

Zübeyde Hanım’ın ‘bolan’ diye bahsettiği ve kendilerini karşılamaya gelen araç.

-Nasıl bir rahatsızlık? Tedavi süreciniz nasıl geçti?

Bir akşam yemeğinde vücudumda anlam veremediğim bir ağrı oluştu. Aslında daha uçaktayken üşüme, titreme vs. başlamıştı ama Karaçi’ye inince geçti, önemsemedim. Kuetta’da aynı şeyler tekrar başladı. Hastaneye gittik. Tetkikler yapıldı. Meğer apandistim patlamak üzereymiş. Hastanede 3 gün kaldıktan sonra gece yaşadığım bir titreme ile o gecenin sabahında ameliyata aldılar. Tam olarak hijyenik olmadığını düşündüğüm bir ortamdı. Birkaç gün daha hastanede kaldıktan sonra taburcu oldum ama maalesef enfeksiyon oluştu. Bu yüzden tedavim üç ay sürdü. Yaşadığım tecrübelere göre diyebilirim ki, herkes ilk hicret yerinde mutlaka bir şeyle sınanıyor. Bu hicretin hüzünlü yanı. Benimki de hastalık oldu.

-Kuetta’da nasıl bir hayatınız vardı? Neler yaptınız?

Orada 10 ay kaldık. Tedavi olduktan sonra PakTürk Koleji’nde Kur’an-ı Kerim derslerine girmeye başladım. Urduca’yı henüz bilmiyordum. Sonradan öğrendim. İngilizcem de başlangıç seviyesinde idi. Genel olarak Kur’an derslerinde İngilizce’ye çok da ihtiyaç olmuyordu. Ders arasında küçük hikayecikler anlatıyordum çocuklara. 2. sınıflar ilk öğrencilerimdi. Çocuklar çok hareketliydi. Hiç unutmadığım Mustafa isimli bir öğrenci vardı. Yaramazlık yapıyordu sürekli. Bir gün burnunu hafifçe sıktım. Meğer çocuğun burnunda sıkıntı varmış, kanamaya başladı. Ne yapacağımı şaşırdım. Lavaboya götürüp elini yüzünü yıkadım. Kanama durunca okulun bahçesindeki kantine götürdüm. Canını acıtmak istemediğimi sadece onu sevdiğimi anlattım. Hem ona hem sınıfa bir şeyler aldım. Sınıfa dönünce Mustafa hiç bir şey olmamış gibi yaramazlıklara devam etti. Ertesi gün baktım ki, Mustafa burnuna peçeteleri tıkmış, “Burnum burnum!” diyor. Benim dikkatimi çektikten sonra da “Kantine gidecek miyiz öğretmenim?” dedi. Mustafa her zamanki gibi muziplik peşindeydi. Maksadı kantine gitmek.

BOMBA PATLAYINCA HAYATIMIN SONUNA GELDİĞİMİ DÜŞÜNDÜM

Pakistan’daki çocukların gözlerindeki masumiyeti unutamıyorum. O insanların gözlerinde ayrı bir masumiyet var. Anlamlı bir gariplik var hep üzerlerinde. Zenginlik fakirlik meselesi değil bu. Onu hissediyorsunuz. Farklı ülkelerde de bulundum. Fakat oranın hali farklıydı.

Kuetta mahrumiyet bölgesi gibi bir yer. Yeşillik yoktu. Dışarı çıkıp çay içebileceğiniz bir yer yoktu. İçinde 1-2 ağaç olan ‘Ladies park’ yazan bir yer vardı ve biz oraya pikniğe giderdik Türk arkadaşlarla. O dönemde şehirde belki ayda bir bomba patlardı. Şia-Sünni çatışmaları yoğun şekilde yaşanıyordu. Öyle ki zaman geçtikçe bomba patlaması sıradan, şaşırılmayacak bir hâl oluyordu.

Bir arkadaşla yeni açılan bir İngilizce kursuna başlamıştık. 2 hafta kadar devam edebildim. Sonrasında da kurs kapandı. Şiilerin yoğun yaşadığı bir yerdeydi kurs ve bir gün orada bomba patladı. Onun korkusunu, dehşetini hepimiz hissetmiş olduk. Biz arkadaşla bir bolanın içinde, eve dönmeye çalışıyorduk. Birden karşı yönden gelen kalabalığın arasında kaldık. Silahlı kişiler de vardı. O anı hiç unutamam. Hayatımın sonuna geldiğimi düşündüğüm anların ilkiydi. Ve ben o sıralarda ilk hamileliğimi yaşıyordum. O günün akşamında ise henüz 2 aylık olan bebeğimi kaybettim.

Zübeyde Hanım, eşi Taner Koçyiğit ile beraber Kuetta’ya ilk gittiği gün (2005).

Türkiye’den veya başka ülkelerden Pakistan’a gezmeye gelenler genelde büyük şehirlere götürülürdü. Kuetta’ya hem uzaklığı, hem durumu münasebetiyle gelinmezdi. Oralarda bile arkamızı sıvazlayıp “Siz buralarda nasıl yaşıyorsunuz?” diyenler Kuetta’ya, Hayırpur’a gitseydi, bilmiyorum nasıl dönerler, hangi cümleleri kurarlardı? Lakin yine de en güzel zamanlarımı, hicretin ilk dostluklarını ve ilk öğretmenlik heyecanlarımı orada yaşadım.

BİRYANİ YEMEDİĞİM İÇİN ÇOK ŞEY KAÇIRMIŞIM

-Öğrenci velileriyle ilişkileriniz nasıldı?

Velilerimizle haftada bir gruplar halinde görüşüyorduk. Bazıları düğünümüze de gelmişlerdi. Onlar için bize göre çok güzel sofralar hazırlıyor, dilimiz döndüğünce iletişim kurmaya çalışıyorduk. İmkanlarımız sınırlıydı ama elimizden ne gelirse, bilhassa Türkiye’ye ait lezzetleri ortaya koymaya gayret ediyorduk. Onlar da bizi evlerine davet ediyordu. Misafire ikram çok önemlidir Pakistan’da. Evde ne varsa getirirler. Biz mesela et yaparsak balık yapmayız, ama onlar et, balık, tavuk ne varsa sofraya koyar, ne yiyeceğini şaşırırsın.

-Türk yemekleri hakkında ne düşünüyorlardı?

Genelde seviyorlardı ama bizim için çok değerli olan patlıcan ve sarmaya onlar mesafeliydi. Patlıcan fakir yemeği sayılıyordu. Bir gün arkadaşlarla sarma yaptık, yorulduk. Bizim için çok kıymetli bir ikram. “Bu nedir?” diye sordu hanımlar. Anlattık, üzüm yaprağı içinde pirinç vs. diyerek. Sonra onlar yaprakları tek tek açıp kenara koydular ve sadece içini yediler. Oysa biz ne kadar uğraşmıştık sararken 🙂

Onların da çok meşhur yemeği ‘biryani’. Etli pilav gibi ama defne yaprağı, zerdeçal vb. özel baharatlar katılıyor, rengi sarı. İlk gördüğümde kokusu bana ağır gelmiş, biraz da renginden olacak hiç tadına bakmamıştım. Pakistan hayatım boyunca da ağzıma koymadım. Hatta bir okul ziyaretinde kıymetli hocam Ahmet bey biryani yemediğimi duyunca “Hayatınızın fırsatını kaçırıyorsunuz!” demişti. Arkadaşlar inanamıyordu yemediğime. Yapılan bazı programlarda sadece biryani sipariş edildiğini biliyorsam kendime ayrı yemek götürürdüm.

Şu an yaşadığımız Kanada’da Pakistanlı bir aile ile tanıştık ve bizi yemeğe davet ettiler. Tabii ki biryani yapmışlar. O gün tadına baktım ve Pakistan’a duyduğum özlemin de tesiriyle çok sevdim. Artık nerede bulsam yiyorum. Meğer çok şey kaçırmışım. 12,5 senede tadına bakmadığım biryani, bir gurbet diyarında mutlu eden bir yemek oldu benim için.

Devam edecek…

Hey Merhaba 👋 Tanıştığımıza memnun oldum.

Yeni içeriklerden haberdar olmak istiyorsanız

Spam yapmıyoruz! Daha fazla bilgi için gizlilik politikamızı okuyun

1 Comments
Mustafa Nisan 22, 2021
| | |
Çok güzel bir çalışma Allah emeği geçenlerden razı olsun.