Lahor’da ilk yıl ve birbirinden ilginç hatıralar

Bir olimpiyat hatırası ve Sermet’in yarım kalan başarısı!
Haziran 28, 2021
Pakistan’ın uzun ama ucuz ve maceralı tren yolculukları
Haziran 30, 2021

Lahor’da ilk yıl ve birbirinden ilginç hatıralar

Türkiye’de üniversite bitirdikten hemen sonra öğretmenlik yapmak için Pakistan’a giden Doğan Yücel, ilk görev yeri Lahor’da yaşadığı birbirinden ilginç olayları yazdı. Pakistan kültürünü ve Urduca’yı ‘acı’ tecrübelerle nasıl öğrendiğini anlattı. 

İkinci Bölüm:

Lahor’a ilk gittiğimde hava çok ama çok sıcaktı. İlkokul 3. sınıftan ortaokul son sınıfa kadar derslere giriyordum. Ayrıca haftada bir gün İslampura’daki şubeye ilkokul 3 ve 4. sınıflara derse giriyordum. Kalan saatlerde de beden eğitimi derslerini veriyordum. Defence semtindeki ev uzak olduğu için daha yakın bir yere taşınmak istedik. Gulberg’teki evler biraz pahalı olduğu için daha ucuz olan bir semtten ev bakmak istedik. Bütçemize uygun bir şekilde tren yolu kenarındaki Makka Colony’den bir ev bulduk ve oraya taşındık. Kiramız yaklaşık 225 dolardı ve evde benimle beraber bir matematikçi arkadaş, iki de üniversiteye giden öğrenci vardı. Ayrıca biz okuldayken hem evin temizlik ve yemeğini yapan, hem de okuldaki öğle yemeklerini hazırlayan bir aşçımız vardı.

Taşınma esnasında başıma gelen sır gibi bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Lahor’da hava sıcak olduğu için ev sahipleri genelde alt katta oturur, üst katı kiraya verir. Biz üst katta eşyaları düzenlerken, okulumuzda çalışan, Türkçe bilen Ubeydurrahman ismindeki arkadaşımız beni çağırdı ve “Seni bir baba görmek istiyor.” dedi. Pakistan’da ‘baba’ Türkçe’deki anlamıyla ‘derviş’ gibi bir manaya gelir. Pakistan’da bu kişiler genelde mezarlık, park gibi yerlerde yatar ve insanların verdiği yiyeceklerle hayatlarını sürdürür. Böyle birisi beni çağırınca merak edip aşağı indim.

Doğan Yücel, Lahor’da çalıştığı dönemde…

Bir Türk görmek için dua eden ‘baba’

Ubeydurrahman’la beraber yanına gittik. Tabii yaşı 70’in üzerinde var, her tarafı toz toprak içerisinde. Hava sıcak olmasına rağmen üzerinde çul gibi kalın kıyafetler vardı. Ancak yüzü çok nurluydu. Ubeydurrahman, babanın elini öpünce ben de istemeye istemeye öptüm ve “Beni niye çağırdınız?” diye sordum. O da Ubeydurrahman’ın tercümanlığında şunları anlattı: “Ben dün akşam bir çayhanede oturuyordum. Televizyonda Türkiye sadrının (reis-i cumhurunun) Irak’a giriş fezlekesini reddettiğini seyrettim. Sonra bunu duyunca aklıma bir hadis geldi. ‘Kıyamete yakın inanmayanlarla Müslümanlar arasında büyük bir mücadele olacak, inananlar yani Müslümanlar diğerlerine galip olacaklar.’ Ben İslam alemini düşündüm, ‘bunlar kim olabilir’ diye. Arapları, diğerlerini ve herkesi düşündüm, ancak hiçbirisine ihtimal veremedim. ‘Bunlar olsa olsa Türkler olabilir’ dedim ve Allah’a bana bir Türk göstermesi için dua ettim. Biraz önce siz eşyaları taşırken ben sizi seyrediyordum. Yabancı olduğunuzu anlayınca oradaki arkadaşa ‘Bunlar kim?’ diye sordum. O da ‘Türkler’ deyince görmek istedim. Allah da böylece benim duamı kabul etmiş oldu.” Bunun üzerine tekrardan elini öptük ve kısa süre daha sohbet ettikten sonra ayrıldık. İşin ilginç tarafı, 10 milyonluk şehirde belki saysak 10 tane Türk çıkmazdı…

15 rupilik muzu ısrarla 20 rupiye aldım!

Makka Colony’deki bekâr evimizin hemen yakınındaki tren yolu ile aramızda kalan kısımda bir halk pazarı vardı. Evin iaşe ve alışveriş işine ben bakıyordum. Bir gün ikindi üzeri yine eve meyve sebze almak için dışarı çıkmıştım. Pakistan’ın meşhur parmak muzları vardı. Pakistan’da muz süpermarketler dışında kiloyla satılmaz. Ben de bir darcan (düzine) istedim. Meyveci muzları hevenginden sayıp kesti, poşetledi. Muzların fiyatını sordum. “Pandra” dedi. Ben de daha yeniyim, “Das, bis, tis, çarlis (10, 20, 30, 40)” diye biliyorum Urduca sayıları. Düşündüm, içimden saydım, “Das, bis, tis, çarlis…” Ama ‘Pandra’ bunlar arasında yok. Dedim, “Galiba bu adam beni beyaz tenli gördü, yabancı diye fiyatı artırdı.” Sonra, “Olmaz!” dedim “sana bis (20) rupi yeter.” Adam vermedi. Bildiğim bir iki kelime daha Urducayla pazarlığa başladım. Epey ısrar ettikten sonra bis rupiyi eline sıkıştırdım, poşeti çekip aldım. Pazartesi olunca bu hikâyeyi yıllardır orada yaşayan ve Pakistanlı biriyle evli öğretmenimize anlattım. Bana, ‘pandra’nın ‘15’ demek olduğunu söyledi. Meğer meyveci ‘15’lik muzun düzinesine bu adam niye 20 rupi teklif ediyor’ diye şaşkınlıktan vermiyormuş.

Lahor Gulberg’teki PakTürk Okulu’nun arka bahçesi…

Bu evde yemek işlerine de ben baktığımdan alışverişleri bazen tek başıma bazen de diğer arkadaşlarla beraber yapardım. Arada bir değişik hikâyerler de yaşanırdı. Evde beraber kaldığımız matematik öğretmeni arkadaşla bir gün yine halk pazarındaydık. Hafif sarımtırak yeşil renkli armut benzeri bir kış meyvesi gördük. Dedik, “Galiba Türkçe ile Urduca kelimeler birbirine çok benziyor. Amrûd bizim ‘armut’ olsa gerek. Kelimenin telaffuzu değişmiş.” Aldık bir-iki kilo. Eve gidince meyveleri soyduk. Ağzımıza atmamızla çıkarmamız bir oldu. Tatlı ve mayhoş bir tadı vardı, ancak rengi, şekli ve ismi benzeyen bu meyvenin bizim ‘armut’la tat bakımından hiçbir yakınlığı yoktu. Böylece ‘armut’ ve ‘amrûd’un iki farklı meyve olduğunu deneme-yanılma ile öğrenmiş olduk.

Krilanın tadını acı bir tecrübe ile öğrendik

Yine bir seferinde  de matematik öğretmeni arkadaşla salata yapmak için pazardan sebze almaya çıkmıştık. Domates, soğan vs. aldık. Salatalık benzeri pütürlü bir sebze birçok tezgâhta görülüyordu. ‘Galiba buranın salatalığı’ diye iki kilo aldık. Salata için doğradık, akşam yemeği için sofraya oturduk. Salatadan ilk aldığım anda çok ekşimsi ve acımtırak bir tat hissettim ve hemen çıkarmak zorunda kaldım. Taze yenebilecek bir hali de yoktu. Evde Servet isminde Türkmen bir aşçımız vardı. Okulda yemeklerimizi yapıyordu. Servet, “Abi, bu krila.” dedi, “bunun salatası olmaz, pişirilmesi lazım.” Meğer Servet çok seviyormuş krilayı. Ona verdik, gitti kendi pişirip yedi. Biz de krilayla hıyarın farkını acı bir tatla öğrenmiş olduk.

Evin yakınındaki halk pazarıyla aramızda yol vardı. Yolun bizim kaldığımız tarafında küçük bir semt parkı yer alıyordu. Bu parkının köşesinde bir balıkçı vardı. 2-3 kiloluk büyük alabalıklar satılıyordu. Bir defasında oradan galiba 2 balık aldık. Balıkçı, balıkların pullarını demir tarakla temizlemek istedi. Biz balığın epey kısmı boşa gidiyor diye itiraz ettik. Pulları temizlenmeden eve götürdük. Balıkları kızartmaya başladım. Kızartırken tava pulla kaplandığı gibi sonrasın da ağza gelen kalın pullardan bir türlü yiyemedik. Bir daha da hiç bir balıkçının işine karışmadık. 🙂

Doğan Yücel’in ‘evimizin yakınında’ diye bahsettiği balıkçı…

Bu mahalle parkının yola bakan tarafında PCO (ankesörlü telefon) vardı. Telefon kartı ile Türkiye’yi arardık. Çoğunlukla akşam saat 21-22 gibi ailelerimizle görüşürdük.

Yetiştirdiğimiz çalışanlar elçilikte işe başlıyordu

2004 yılında Lahor’a bekâr olarak gittiğimizde hem okuldaki öğle yemeklerini hem de akşama kadar okulda olduğumuzdan bizim evin işlerini yapsın diye birini bulmak istiyorduk. Bunun için az çok aynı damak tadına sahip olduğumuz ve Türkçe bilen birisi olsun diye düşündük. Tanıdığımız halıcılık yapan Türkmen okul velilerinden rica ettik. Onlar önce birini tavsiye etti. O, biraz bizimle çalıştıktan sonra başka bir iş bulup gitti. Sonra Servet diye bir genç gönderdiler. 17-18 yaşındaydı. Öğle yemeklerini yapıp bisikletle okula getiriyordu. Bu yemek için öğretmen başına 0.5 dolar harcama limitimiz vardı. Servet’e de okulda çalışan öğretmenlere yakın bir ücret olan 100 dolar ödüyorduk. Yemesi, içmesi ve yatması da bizdendi. Birkaç ay bizimle çalıştı. Kendisini çok sevdik. Çalışkan da bir arkadaştı. Kendi yemeklerimizi öğrettik. Türkiye Türkçesini ilerletti.

Bir gün “Afganistan’a gideceğim.” dedi. İzin verdik gitti. Dönüşte ay sonuydu, kendisine alacağı ücretini verdik. Ardından “Babam kalp krizi geçirecek, 3-4 gün hastanede kalmam lazım!” dedi ve yine gtti. Sonra bir daha gelmedi. Aradan bir iki ay geçtikten sonra İslamabad’dan genel müdür yardımcısı geldi. “Sizin Servet’i dün elçiliğin verdiği resepsiyonda gördüm, döner kesiyordu.” dedi. Meğer Servet gitmiş, elçilikle konuşmuş. Onlar da güzel Türkçe konuşan ve yemek yapan birini bulunca hemen atlamışlar. 300 dolar da maaş vermeye başlamışlar. Türkiye’den aşçı getirtip ona baklava açmayı ve döner kesmeyi falan da öğretmişler. Sonraki zamanlarda da Servet gibi elçilik ve konsolosluğa bazen haberli bazen de habersiz epey personel yetiştirmişliğimiz oldu!

Lahor’da ilk ve ikinci yılımızda akşamları en fazla yaptığımız aktivite futbol oynamaktı. Elektrikli süpürge satan diğer Türk arkadaşlarla beraber yaklaşık 10-15 kişi kadar oluyorduk. Ben her seferinde takımın forvetinde oynuyor ve attığım golleri sayıyordum. Bazen Cavalry Ground’da müdür beyin evinin yanındaki arazide toz toprak içinde bazen de gidebilirsek Model Town Park’ta gece lambaları altında top oynuyorduk.

Devam edecek…

***

Birinci Bölüm: Sivas’ın soğuğundan kaçarken Lahor’un sıcağına yakalanmak!

Hey Merhaba 👋 Tanıştığımıza memnun oldum.

Yeni içeriklerden haberdar olmak istiyorsanız

Spam yapmıyoruz! Daha fazla bilgi için gizlilik politikamızı okuyun

0 Comments

No Comment.