Eğitim gönüllüsü Osman Arslanhan, yazı dizisinin son bölümünde Pakistan’dan ayrılma sürecini anlattı. Velilerin samimi duygularını ilginç anekdotlarla aktaran Arslanhan’ın Pakistan’a dair aklında kalan son şey ise kadın öğretmenlerin gözyaşları…
Güçlük ve fedakârlıklarla dolu yıllar geçmiş, küçük bir villa ile başlayan rüya 28 kampüs, 10 bini aşkın öğrenci ve 1.500 civarında eğitim kadrosu ile ülkenin her eyaletinde, saygın, popüler kurumlar olmuştu PakTürk Okulları. Olimpiyat ödülleri, board başarıları, O Level ve A Level birincilikleri, bilim fuarları, sanat sergileri ve kermeslerin yanı sıra yıl sonu geceleri ve etkinlikleri ile aranan, beklenen ve takip edilen kurumlardı onlar.
PakTürk yönetimi bu başarın daha da büyümesi ve yayılması için çalışmalar yapıyor, projeler üretiyordu. Benim de bu konularda kafa yorduğum bir gün ofisimdeki telefon çaldı ve faksa bağlandı. Biraz sonra birkaç sayfa yazı çıkıyordu ki, cep telefonum da çaldı. Arayan bir öğrenci yakını ve aynı zamanda bir daire müdürü idi. Telefondaki ilk sözler karşılıklı şaşkınlık ifadeleri oldu.
Pakistan Hariciye Bakanlığı, tüm dairelere bildiri yapmış, PakTürk Okulları’nın davetlerine ve ziyaretlerine gidilmeyecekti. Belli ki bir baskı mevzubahisti. Delefondaki arkadaş da zaten “Bir yanlış anlama vardır vs.” diyerek beni teselli ediyordu; “Düzelir bunlar Osman bey, biz sizin yanınızdayız..”
Pakistan’ı başarıdan başarıya koşturan, yeşil-beyaz bayrağı birincilik gönderlerine çıkartan, halk için sosyal ve insanî hizmetlerde öncülük eden bu kurumların faydadan başka kime ne zararı olmuştu ki!.
Yarım kalan hayaller
PakTürk yönetiminin yakın dönem için planladığı güzel projeler arasında bir üniversite, bir tıp fakültesi, dar gelirli aileler için tam yurtlu ve tam burslu bir okul, öğretmen yetiştirme merkezi ve mesleki eğitim kursları vardı.
Ben de bu projelerden biri olan Quetta’da ki kız okulumuzla ilgili bir konuyu konuşmak üzere eğitim müsteşarının ofisine gitmiştim. Kiralık binada olan okulumuzun kalıcı inşaatı için planları görüşecektik. İçeride eyalet başbakanı özel kalem müdürü de oturmaktaydı. Benim işim bitince kalkarken o da benimle çıktı ve “Osman bey öğleden sonra başbakanlıkta bir görüşelim.” dedi. Sözleştik ve ayrıldık.
Vakit gelince ofisine gittim. Zamanın baş müsteşar yardımcısı da yanındaydı. Kendisiyle tanışmıyorduk, ama bizim PakTürk’ten olduğumuzu anlayınca biraz mesafeli durdu. Bu tavrında yukarıda bahsettiğim mektubun etkisi olduğunu anlamak zor değildi. Ama ikimizin de halini değiştirecek şey özel kalem müdürünün şu anlattıklarıydı:
‘Bunu bil ve olanlara üzülme’
“Osman bey, sayın başbakan Türkiye gezisine sizinle gitmek istiyor. Bundan rahatsız olanlar vardı, eretelememizi istediler. Başbakan da durumu danışmak için senatörlerimizden birini aradı ve sizi sordu. Sayın senatör, ‘Bu öğretmenlere bana güvendiğinden daha fazla güven ve mutlaka onlarla git’ dedi. Bunu bil ve olanlardan dolayı hiç üzülmeyin.”
Bu sözler çok büyük bir moral olmuş, şükür ve dualarla dönmüştüm okula. Ama günler birbirinden acı sabahlara gebeydi. Okullarımız talihsiz bir siyasî hamlenin günah keçisi olmuş, öğretmenleri de ilk mağdurları idi. Öğrenciler de elbette etkileniyordu bu buhranlı ve muğlak durumdan.
Oturumlarımızın yenilenmesini beklerken ansızın bir mektupla vize dilekçelerimizin reddedildiğini öğrendik. Bunun şaşkınlığını yaşarken ikinci bir şokla öylece ortada kalmıştık. Yeni mektup, üç gün içerisinde ülkeyi terk etmemizi istiyordu. Okullarımızın yönetimi zaten Pakistanlı kardeşlerimizdeydi. Eğitim bir şekilde devam edebilirdi. Ancak 108 öğretmen ve bunların aileleri ne yapabilirdi?
‘Ben sizin yüzünüze bakamam artık’
Sıkıntılı durum bazı veli ve sevenlerin vasıtasıyla mahkemelere taşınmıştı. Öğretmenler adeta infazını bekleyen mahkumlar gibi korku ve endişe dolu anlar yaşıyordu. Bir de ciğerlerini yakan öğrencilerinden ayrılma acısı vardı..
Akşam üzeri telefonum çaldı ve bir adrese çağırdılar. Ben eşime valizlerimizi hazırlamaya devam etmesini söyledim ve çağırdıkları yere gittim. Veliler bir avukatın ofisinde toplanmış mahkeme için vekalet veriyorlardı. Beni de görmek ve moral vermek istemişlerdi. Kalabalık ofisin merdivenlerine kadar toplanmıştı.
Avukatın odasına zorla girebildim. İşte o an duygusal patlamayı ateşleyen şu manzarayı gördüm. İçeri girer girmez bir devlet memuru olan velimiz elini yüzüne kapattı ve “Ben sizin yüzünüze bakamam artık!” diyerek ağlamaya başladı. Diğerleri de onun bu duygularına katıldı. Kendimi toparlayıp onları sakinleştirmek de yine bana düşmüştü. Neticede bu durum hiçbirinin suçu değildi.
Vatansızlık ve en acı ‘öğretmenler günü’
İdareciler, öğretmenler, veliler, okullarda art arda dayanışma toplantıları düzenliyor ve yetkilileri kararlarından döndürmeye çağırıyordu. Bunlardan birinde, duygularımızı mektuplara yazıp, ‘sevgimizin nişanesi’ olarak kalp şeklinde bir kutuya koyduk ve ardından Pakistan toprağına gömdük.
Böyle toplantılardan birinin yapıldığı bir baska gün biz de Birleşmiş Milletler Komiserliği’nden koruma talebinde bulunmuştuk. Sabah çok erken gitmiştik ve uzun süren işlemler sonucunda aç yorgun ve çocukların ağlamaları arasında akşam olmuştu.
Saat 18.00’e doğruydu ki bizi grup grup çağırıp ellerimize birer evrak verdiler. Bu evraklar ile artık geçici olarak Birleşmiş Milletler korumasına alınmıştık. Bizim için bir vatan kalmamıştı. Evraktaki tarih 24 Kasım’ı gösteriyordu. Meslektaşlarımızın Türkiye’de Öğretmenler Günü idi. Akşamın karanlığı çökmeden gözüme ilişen son şey ise bir kaç kadın öğretmenimizin gözyaşları ve hıçkırıkları olmuştu.
Bitti.
No Comment.