Eğitim hizmetleri yapmak niyetiyle genç yaşta Pakistan’a hicret eden ilk gönüllülerden Mustafa Hatipoğlu ile röportajımızın son bölümünde, unutamadığı hatıralarına yer veriyoruz. Hatipoğlu, tevafuklarla tanıştığı iş adamlarının eğitim kurumlarına desteklerini ve teşhis edilemeyen çok ciddi bir hastalığa yakalanmasını anlatıyor. Pakistan’da 18 yıl yaşayan Hatipoğlu “Aklımda hep güzel anıların kalmasını istiyorum ve öyle de.” diyor.
-Yıllarca Pakistan’da yaşadınız ve sonra ağlaya ağlaya ayrıldığınızı anlattınız. Orada unutamadığınız kişiler ve olaylardan bahseder misiniz?
Elbette unutamadığım çok fazla insan ve hatıra var. Fakat bilhassa çok riskli bir hastalık sürecinde yaşadıklarımı paylaşmak istiyorum. Karaçi’de yaşadığım dönemde iş adamlarıyla, esnaflarla ilgilenmeye başlamıştım. 2004’ün başında çok kaliteli, zengin bir muhitte güzel bir misafirhane açmıştık. İçinin tefrişatını özenle yapmıştık. O sıralarda Türkçe bilen, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden (ODTÜ) mezun olmuş esnaflarla tanıştım. Bu ağabeylerle düzenli görüşmeye başladık. Adını da ‘one dish party’ koyduk. Yani herkes bir çeşit yemek getirecek, beraber vakit geçireceğiz. Yine ODTÜ mezunu Kanada’da yaşayan bir ağabey o sırada Karaçi’ye ziyarete gelmişti. “Benim üye olduğum bir kulüp var, orada buluşalım” dedi. Yaklaşık 50 aile ile bahsettiği kulüpte ilk kez buluşmuş olduk. ODTÜ’den mezun olan Pakistanlılar buluşması gibiydi. 1974’te mezun olan bir aile bile gelmişti. Düşünün ne kadar farklı yaşlarda insanlar bir aradaydı. Mezun olduktan 30 yıl sonra buluştular. Bazıları “On yıldır arkadaşları görmüyordum. Bir araya gelmemiz çok güzel oldu, çok teşekkür ederim” dedi. Hatta orada bowling alanı vardı. Ben ilk defa oynamıştım ve çok iyi puan kazanmıştım. Böyle de bir anısı vardı. Bu âbilerle önce ayda bir görüşüyorduk. Sonra haftalığa çevirdik.
2006’da ODTÜ kuruluşunun 50. yılını kutluyordu. Kutlama programı için bütün mezunlarını Türkiye’ye davet ettiler. Biz de Pakistanlı âbilerle hem bu programa katılalım hem de gezi yapalım diye bir organizasyon planladık. Karaçi’den 10 kadar aile ile gideceğiz. Program yaz döneminde olacak. Biletleri almaya çalışıyorum. Ama o sıralarda vücudumda bir üşüme hissediyorum. Yaz aylarında üşümek normal değil Pakistan’da. Bir terslik olduğu belli. Arada titreme tutuyor, ateşim çıkıyor. Birkaç gün sürünce Karaçi’deki Ağa Han Hastanesi’ne acil servise gittik. Yarım saat kadar bekledik. Ateş düşürücü verip odaya aldılar. Kan testi yaptılar. Ateşim düştükten sonra kan örneği aldıkları için hastalığımı tam olarak anlayamadılar. Sıtma (malarya) hastalığından şüpheleniyorlardı. 2 saat sonra çıktım hastaneden, eve geçtim. Fakat hastalık devam ediyor.
Bu hastalığın özelliği şu, her gün aynı saatte 1 saate yakın süren titreme nöbetleri oluyor. Birkaç gün sonra havaalanına gidip biletleri aldım. Ama yine akşam üstü aynı saatte -hiç unutmuyorum 16 ile 16.45 arası- titriyorum. O gün de geçti. Ertesi gün yolculuk yaptık, İstanbul’a indik. Beni yine aynı saatlerde titreme tuttu. Gruptaki âbiler bana bir hastaneye gitmemi söyledi. Ben de sağlık ocağına gittim. Tabi Türkiye’de hiç çalışmadığım için sigortam yok. Zaten akşam üzeri olmuş. Tam da kapatacakları vakit gittiğim için çok da kızdı oradaki doktorlar. O süre zarfında 45 dakika doldu ve titremem geçti. O gün misafirler Ayasofya, Sultanahmet civarını gezerken ben arabada oturdum. Anadolu yakasına geçtik. Haydarpaşa Tren Garı’ndan binip Ankara’ya gidecek, 3 gün ODTÜ’nün programına katılacaklar. Sonrasında tekrar buluşacağız. Bana da bu arada 3 gün gidip Kayseri’de dinlenmemi söylediler. Kabul ettim.
Eşimle Kayseri’ye gittik. Kayınpederin evine vardığımızda babamın vefat ettiğini öğrendik. Tam da bir Cuma günü. Cenaze Develi ilçesinde kalkacaktı. Biz de oraya geçtik. Cuma namazı, cenaze namazı, taziye, defin derken, akşamüzeri aynı vakitte beni yine titreme tuttu. Cumartesi sabahı Kayseri’de özel bir hastaneye gitmeye karar verdik. Orada kan aldılar, test yaptılar. Saat 4’te tam titreme başladığında yine kan aldılar ve orada sıtma olduğum anlaşıldı.
-Nasıl tedavi oldunuz?
Hastanenin başhekimi “15 yıldır Kayseri’de doktorluk yapıyorum. Sıtma hastalığına hiç rastlamamıştım” dedi. Sıtma tedavisinde ‘Kellin’ diye bir ilaç kullanılıyormuş. Eczanelerde bulunmuyor, yalnızca verem hastanesinden veriliyormuş. Orası da hafta sonu olduğu için kapalı. Mecburen bekledik 2 gün. Titremeler aynı vakitte tekrar etti. Çok kötüyüm artık, halsizim, yemek yiyemiyorum. Artık son anlarımı yaşıyor gibi hissediyorum. Pazartesi gittim, beni hemen içeri aldılar. Duymuşlar durumumu, ilaçlarımı verdiler. 1 aya yakın ilaç kullandım. Geziyi de başka bir arkadaşa havale ettim. Gezi böyle sonuçlanmış oldu. İlaçlar bitince bir test yaptılar. Sıtmanın geçtiği anlaşıldı. Böylelikle kurtulmuş oldum. Esnaf gezimiz hüsranla bitmiş olsa da elhamdülillah hayatta kaldım.
Tevafuklarla bir tanışma hikayesi
Yine Karaçi’de 2003-2004 yıllarıydı, Pakistanlı iş adamı ve esnaflarla yeni yeni tanışıyoruz. Türkiye’den gelen iş adamlarıyla ilgileniyorum, gezdiriyorum derken, bir çevre oluştu. Bir kot fabrikasının sahibi olan İkbal Bey’le o dönemde tanıştık. Kendisi gibi diğer 7 kardeşi de kot kumaş ve tekstil işiyle uğraşıyor. Varlıklı insanlar. Pakistan’ın ticaret hayatı Karaçi’de en yoğun. Çok fazla fabrikalar, ticari ofisler var. İstanbul gibi düşünün. Bir gün kot kumaş almak isteyen bir esnaf geldi Türkiye’den. Bilhassa İkbal Bey’in fabrikasına gitmek istediğini söyledi. Okulumuzun yakınında oturan ve tekstil sektöründe çalıştığını bildiğim Pakistanlı dostum Süha Bey’e de sormak istedim, belki tanıdığı birileri vardır diye. Süha Bey “Ben o fabrikanın genel müdürüyüm” demez mi! Tevafuk işte, Allah her şeyi hazırlamış aslında, belki bize biraz gayret etmek düşüyor. Hemen ertesi gün öğleden sonra saat 3’e randevu aldık. O saati hiç unutmuyorum çünkü onun da bir anlamı var. 3’e 5 kala fabrikaya gittik. İkbal Bey de tam saat 3’te kolundaki saate bakarak geldi ve “Oh, you’re on time!” dedi, yani “Zamanında geldiniz.” Pakistan’da zamana çok uyulmadığı vakidir. 1 saat denirse 2 saat olabilir, bugün denilse yarın olabilir…
Sonra beraber fabrikayı gezdik. Türkiye’den gelen esnaf küçük bir ofiste kot kumaşlarını seçerken İkbal Bey de sorular sorarak beni tanımaya çalışıyordu. PakTürk Okulları’nda öğretmenlik yaptığımı, iş adamlarına tercümanlık yaptığımı vb. anlattım. Öğrencileri sordu. “Türk okulu” deyince sadece Türk öğrencilere eğitim verdiğimiz sanılıyordu. Okullarımızın Pakistanlı öğrencilere eğitim vermeye yönelik olduğunu anlattım. İkbal o zaman Süha Bey’e dönerek, “Bak bu adamlar Türkiye’den gelmişler, bizim çocuklarımıza eğitim veriyorlar ve biz bunlara yardım etmiyoruz. Ne kadar ayıp etmişiz!” diye seslendi. Ben şaşırdım.
Daha sonraki dönemde iletişimimiz devam etti. Artık samimi olmuştuk. Bana bir gün “Bir okulun gideri ne kadar?” diye sordu. Bir öğrencinin giderini sorduğunu düşündüm, ona göre bir rakam söyledim. “Hayır okulun giderini soruyorum” dedi. “Aylık giderimiz yaklaşık 10 bin dolar” dedim. “Tamam ben onu karşılarım.” dedi. “Ama ben bu parayı alamam. Müdürümüzle, muhasebecimizle konuşalım, onlarla halledin.” dedim. Kabul etti. Sonrasında beraber gidip diğer idarecilerle görüştük, birden o kadar para vermese de birkaç yıl aylık 2.500 dolar kadar yardım yaptı okulumuza. Bu çok büyük bir para. Bizleri hiç tanımayan, ilk defa karşılaşmış birisi okula bu şekilde yüksek meblağda yardım yapıyor. Böyle bir insandı İkbal Bey.
Bir Kurban Bayramı’nda evine gittim. Okul olarak kurban yardımı dağıttığımızı anlattım. Kendisi zaten kurbanlık bir inek ayırmış. Yük arabasıyla almaya gittik. İneğin kesilmiş hali bizim arabayı çökertti. O kadar büyükmüş yani. İkbal bey bana dedi ki “Babam Kurban Bayramı öncesi hayvan pazarına gittiği zaman oradaki en iyi olanı seçerdi. Ben de sizin için öyle yaptım. En iyi hayvanı seçip kurban ettim, siz dağıtın uygun yerlere.”
O dönemde İkbal Bey’e Ali Ünal Bey’in İngilizce ‘Advocate of Islam’ kitabını hediye etmiştim. Onu da okuduğunu söylemişti. Hatta “Ben sizinle alakalı bilgi edindim” demişti. Bunlar beni şaşırtmıştı.
İkbal Bey ile Türkiye ziyareti
İkbal Bey’in bel ağrısı vardı. Arkadaşlarımızdan Murat Bey İstanbul’da bir uzman doktoru tavsiye etti. Ben de İkbal Bey’e bahsettim. “Seni o kliniğe tedaviye götürmek istiyorum” dedim. Kabul etti. Uçak biletlerimizi Business Class aldı seyahat boyunca. Önce İstanbul’a indik. Sonra İzmir’e geçtik. Çok saygıdeğer bir insandı. İstanbul’da kolejlerimizden birine götürdüm. Gezdirirken “Ben senin niyetini biliyorum. Sen bu okulun aynısını Pakistan’da istiyorsun değil mi?” dedi. “Evet, siz zeki insanısınız anlarsınız.” dedim. Aramızda öyle bir latife de olmuştu.
Tedavi için gideceğimiz klinikten daha önceden randevu almıştık. Oraya gittik. Kayıt yaptırırken görevli sekreter tedavi ücretinin 1.500 dolar olduğunu söyledi. Ben şaşırdım. Böyle yüksek beklemiyordum. İkbal Bey de bana baktı önce ama “Buraya kadar gelmişiz, tedavi olmadan dönmek olmaz.” dedi. O parayı verdi, tedavi oldu, sağlığına kavuştu. Ağrılarından kurtulduktan sonra bana da çok teşekkür etti. Hatta daha sonra aynı yere tedavi için kardeşini de gönderdi.
İkbal Bey böyle çok hoş birisiydi. Okulumuza bir kez geldi. Yarım saat kadar oturmuştu. Böyle bir tanışıklığı vardı. Yıllarca okullarımıza (en azından ben ayrılana kadar) aylık 2.500 dolar yardım ettiğini hatırlıyorum. Allah ebeden razı olsun kendisinden.
-Pakistan’dan on yıl kadar önce ayrıldınız. Hayatınızda oraya ait şeyler var mı hâlâ? “Pakistan’dan bende kalan…” diyerek bir cümleye başlasanız nasıl tamamlardınız?
Pakistan’ın benim için çok büyük bir önem var çünkü gençlik yıllarımı Pakistan’da geçirdim. 18 yılımı harcadım orada, hani derler ya ‘kolumu kesseniz kanımız kırmızı akar’ Bizim de ‘kanımızın yarısı yeşil yarısı kırmızı akar’ gibi bir durum yani hem Pakistan bayrağı hem Türk bayrağı gibi diyebiliriz. Ömrümün en güzel yıllarını orada geçirdiğim için hiç pişman değilim. Çok büyük tecrübeler kazandırdı bize. ‘Gözümüzü orada açtık’ desek doğrudur. Hayata orada başladık, geleceğimizi oralarda planladık, ilk yetiştirdiğimiz talebelerimiz o ülkeden oldu, çocuklarımız orada doğdu. Onların bile bizim üzerimizde ömrümüzün sonuna kadar hatırası kalıyor zaten. Şu an İngiltere’deyim ama her tanıştığım insana “Benim çocuklarım Pakistan’da doğdu” diye gururla söylüyorum, hiç çekinmiyorum. Her gördüğüm Pakistanlı’ya “Benim çocuklarım da Pakistanlı” diyorum. Yadırgamıyorum. O yüzden çok şey bıraktı bizde Pakistan.
2017 yılında Arnavutluk’tan ayrılma zamanında bile bana “Pakistan’a gider misin?” dediklerinde “Evet” demiştim hiç çekinmeden. Hâlâ çocuklarımızla beraber Pakistan yemeklerini severek yiyoruz. Pakistan yemeklerinin kokusunu duydukça sanki kendi vatanımızmış gibi hoşumuza gidiyor. Bir Pakistanlı görsem gerçekten bir arkadaşımmış gibi, kardeşimmiş gibi seviniyorum. Zaten dillerini biliyorum. Onlarla hemen konuşmak, diyaloğa geçmek istiyorum.
Bunların hepsi benim üzerimde güzel etkiler bıraktı. Hâlâ orada görüştüğüm insanlar var, mesaj atanlar, telefonla arayanlar var. Ben de onları arıyorum, soruyorum. Pakistan’ın hayatımda ayrı bir yeri var. İlk hicret yerimiz. Gözyaşlarımızı akıta akıta ayrıldığımız bir ülke, gerçek kardeşliği yaşadığımız, gerçek dostluğu gördüğümüz bir ülke. Tabii ki insanız, hayatımızda negatif şeyler de olabilir, negatif şeyler de yaşadık ama bunları hiç görmek bile istemiyorum, anlatmak bile istemiyorum. Hep güzel anıların aklımda kalmasını istiyorum ve öyle de.
Son.
***
Dördüncü Bölüm: Mustafa Hatipoğlu (4): Pakistan’dan Ağlaya ağlaya ayrıldım
No Comment.