Eğitimci Fatma Esra Tosun (2): Hayrpur’da hiç yabancılık çekmedim

Evlilik kararım ve düğün hazırlıklarımız
Şubat 4, 2022
Eğitimci Engin Yiğit: Sevgiyle öğretilenler kalıcı olur (Video)
Şubat 9, 2022

Eğitimci Fatma Esra Tosun (2): Hayrpur’da hiç yabancılık çekmedim

Fatma Esra Hanım, Hayrpur'da öğrenci velilerinin kendisine çok sıcak davrandığını anlatıyor.

Eğitimci Fatma Esra Tosun, röportajımızın bu bölümünde Pakistan’da ilk görev yaptığı yer olan Hayrpur’da yaşadıklarını anlatıyor. Velilerin PakTürk öğretmenlerine güvenini ve sevgisini hissettiğini ifade eden Fatma öğretmen, “Yalnız başına hiçbir yere göndermedikleri kız çocuklarını bizim evlerimize kitap okuma programlarına gönderiyorlardı. Bundan daha fazla güven olabilir mi?” diyor.

-Pakistan’a dair ilk izlenimleriniz nasıldı? Yaşadığınız diğer ülkelerden farklı geldi mi size?

Pakistan’da ilk olarak Karaçi şehrine indik ve oradan hemen Hayrpur Mirs’e geçtik. Afrika görmüş bir insan olarak Hayrpur kadar sıcak ve nemli bir yer görmediğimi söyleyebilirim. Evden okula çocuklarla beraber rikşa ile gidiyorduk. Sağımızda solumuzda manda sürüleri ilerler, aralarından geçerdik. Kuyrukları çocuğa çarpmasın diye sakınırdım. “Bunlar çarpıp bizi devirmez mi?” diye soruyordum sürücüye. “Problem değil!” diyordu gayet rahat. Pakistanlılar zaten çok rahat insanlardır. 1 yıl orada yaşadık. Eşimle ikimiz de öğretmenlik yapıyorduk. Ben İngilizce, Türkçe ve İslamiyat derslerine giriyordum.

-Hayrpur’da öğrenci ve velilerle iletişiminiz nasıldı? Unutamadığınız hatıralar var mı?

Pakistan’da bilhassa Hayrpur’da insanlar açısından kendimi hiç yabancı bir ülkede gibi hissetmedim. Oranın insanlarında ayrı bir samimiyet vardı. Canım sıkılsa Pakistanlı arkadaşıma, komşuma gidiyordum. Yemeğimi yapar giderdim, onlar da bana gelirdi. Öğrencilerimiz de aynı şekilde rahatlıkla çağırırlardı, giderdik. Çocuğumu birine bırakmam gerekse, mesela hastaneye giderken, onlara bırakıyordum. Hiçbir zaman yabancı gibi düşünmedim. Kardeşim, teyzem, ablam gibiydi hepsi. Böyle bir yakınlık hissettirdiler. Hiçbir zaman onları bizden ayrı bir halk olarak görmedim. Düğünlerine sünnetlerine çağırırlar, gitmezsen olmaz, ant içerlerdi “İlla geleceksin!” derlerdi. Düğüne giderdik, başköşeye davet ederlerdi.

Hiç unutmuyorum ilk kez bir düğüne gittiğimde, baktım herkes eliyle yiyor, sofrada kaşık çatal yok. Ben de alışkın değilim. “Kaşık var mı?” diye sordum, meğer yokmuş. Sadece bizim için o anda gitmiş, alıp getirmişler. Bunu yapan düğün sahibi. Düğün devam ederken, alıp gelmişler. Durumu anlayınca o kadar üzüldüm ki. “Siz neden bunu yaptınız?” dedim. “Benim yemem illa ki lazım değildi. Olmazsa ekmeğe de banar yerdim, ben sadece sormuştum.”

EJDERHANIN ATEŞİ DAHA AZDIR, KARŞIMDA DURMAYIN YAKARIM! 

Hayrpur, Pakistan’ın bazı yerlerinde görüldüğü gibi biraz daha korumacı, mutaassıp bir yerdir. Kız çocuğu en yakın akrabası bile olsa başkasının evinde kalamaz. Böyle kesin bir anlayış vardır. Kız çocuğu tek başına yolda yürümez, tek başına arabaya binmez. Kendinden yaşça küçük olsa dahi muhakkak bir erkekle gitmek zorundadır. 9. sınıf kız öğrenciler için evimde ders çalışma ve kitap okuma programları düzenliyordum, veliler sorgusuz sualsiz çocuklarını bana gönderiyorlardı. Sadece ailelere telefon etmem yetiyordu. Buna çok şaşırmıştım. Bir güven tesis etmişiz demek ki. Çünkü beni de aslında şahıs olarak çok fazla tanımıyorlardı o zaman. Eşim zaten öğrencilerin geldiği zamanlarda evde olmuyordu ama olsun, veli kendi akrabasına bile göndermiyordu o çocuğu, bize gönderiyordu. Gece bizim evde kaldığı oldu çocukların. Beraber vakit geçiriyorduk. Bazen alıyordum onları bir yere meşrubat içmeye götürüyordum, ya da çarşıya gidiyorduk yanımızda refakatçi olmadan.

Fatma Esra öğretmen (sağda) ve PakTürk Okulları’ndaki öğrencileri…

-Sizi şahsen tanımasalar da PakTürk öğretmenlerine karşı bir sevgi ve güven var demek ki, siz de onun tesirini görüyorsunuz.

Evet kesinlikle. Veli ziyaretine gidiyorduk mesela, o kadar güzel karşılıyor, iltifatta bulunuyordular ki. Allah razı olsun, hiçbir zaman bir yabancılık görmedim. Buna yemin edebilirim. Gönülleri çok genişti. Onların yemek kültüründe acı ve baharat var ama ben yiyemiyorum diye bana özel acısız yemek yaparlardı. Hayrpur’un biryanisi daha bir acıdır ve çok lezzetlidir. Bir gün öğrencilerim davet etti, ev ziyaretine gittim. “Kesinlikle sizin için az acılı yaptık yemekleri” dediler. Ben de ona güvenerek ilk kaşığı rahatça aldım, ama öyle bir acıydı ki, ne yutabiliyordum ne çıkarabiliyordum. Öğrenciler sonradan anlatırken diyor ki “Hocam ciğer gibi olmuştu renginiz. Öyle bir kırmızı olmuştunuz.” Çıkarsam çok ayıp olacaktı, yutamıyordum da. Ağzım yanıyordu. Nasıl yuttuğumu nasıl yandığımı hatırlamıyorum. Sonra sordular, “nasıldı?” diye. “Ejderhanın ateşi benden azdır şu anda. Karşımda durmayın, yakarım!” dedim espriyle. O kadar yandım yani. Az acılısı böyleydi. Sonra zamanla alıştım. Şimdi kendimiz tercih ediyoruz acı yemeyi.

-PakTürk Okulları’nda her türlü inançtan öğrencilerin bir arada eğitim aldığını biliyoruz. Bu farklılıklar derslerinize ve öğrencilerle aranızdaki iletişime nasıl yansıyordu?

Bizim Hindu, Şii, Sünni öğrencilerimiz bir aradaydı. Ne birbirlerine ne bize karşı hiçbir zaman ayrımcı tavırları olmazdı. Çocuklar kendileri söylemese ben onların arasındaki farkları anlamazdım bile. Hayrpur’da bilhassa Şii nüfus fazladır. 18 öğrencim vardı. Bir gün derste elbette müfredatta olduğu şekliyle ‘şehitlik’ kavramını anlatıyorum. Çocuklar dedi ki “Biliyor musunuz öğretmenim, Elvan’ın amcası da şehit.” Ben konuyu anlattım, dersin sonunda “Elvan, amcan nasıl şehit oldu?” diye sordum. Çocuk “Matem zamanında” deyince başıma sanki koca bir şey düştü.  Nasıl cevap vereceğimi, ne diyeceğimi bilemedim. Muharrem ayındaki anma dönemine ‘matem zamanı’ deniyor. Sırtlarını zincirlere dizilmiş keskin bıçaklarla dövenler oluyor. Bazıları bundan zarar görmüyor gibi görünse de birçok insan kanlar içerisinde kalıyor. “Amcam, Ya Ali! diyerek kafasına bıçağı vurdu. Hz. Ali uğruna şehit oldu!” dedi öğrenci.

Bu öğrencime ne diyebilirim diye düşündüm. Sonra “Evet kızlarım” dedim, “Peygamber Efendimizin zamanında O’nun ve sahabelerinin yaşadığı sıkıntılarla bizim yaşadıklarımız aynı mı? Şehitlerin de dereceleri vardır. Elvan, Allah niyetine binaen amcanı da güzel mertebelere eriştirsin!” O dersi hiç unutmuyorum. Çocuklar da başladılar ağlamaya. “Gelin, gelmiş geçmiş şehitler için 3 İhlas 1 Fatiha okuyalım, ruhlarına hediye gönderelim” dedim. Dersin sonu birden çok güzel bir manevi havaya büründü.

EVİMİZE HIRSIZ GİRDİ, EMNİYET KORUMA VERDİ

Küçük bir yer olduğu için herkes bizi tanıyordu. Mesela çocuklarla bir yere gitmek için telefon edip rakşa çağırıyordum. “PakTürk’ten Fatime” demem yetiyordu. (Pakistan’da velilerimiz ve yerli arkadaşlarımız bana ‘Fatime’ derdi.) Rakşa adrese hemen geliyordu.

Bu arada bir de hırsızlık olayı yaşadık maalesef. Bir gün eşim evden çıktıktan sonraydı. Çatıdan genç bir adamın geçtiğini gördüm. Evin çatısında camlı bir bölüm vardı, oradan fark ettim. Aslında oradan içeri girecekti ama bizi fark edince kaçtı. Kızıma “Kardeşini tut” deyip adamın peşinden koşmak için elime oklavayı alıp dışarı çıktım. Asker kızı olduğum için cesaretliyimdir. Çatıya çıktım ama genç o arada komşu evin çatısına atladı ve oradan eve girdi. Çatıdan inip karşı eve koştum; kapıyı çalıyorum, açmıyor. “Kapıyı aç, ver onu bana, o hırsız!” dedim. Kapının ardından bir adam beni tersledi. Ben yine izah etmeye çalıştım. “Eşin evde tek başınayken, tepesinde yabancı biri dolaşsa sen onu ne yaparsın? Ya döversin ya vurursun herhalde. Hırsızı ya bana verirsin ya da polis çağırırsın, yoksa çok fena olacak!” dedim.” Adam bu sefer “Yabancıların burada ne işi var, gidin buradan!” gibi şeyler söyledi. Demek ki zaten rahatsızmış bizden. Sonra polis çağırdım. Bir memur sözünü sakınmadan, “Baştan sona kadar haklısınız. Ama yarın öbür gün siz buradan gidersiniz, bunlar da bize zarar verir” dedi. Hatta damda dolaşanın önceden bildikleri ve hobi olarak hırsızlık yapan bir genç olduğunu bile söylediler. Bir hafta sonra biz okuldayken eve yine hırsız girdi. Aldığı şeyler o kadar komikti ki! Benim yedek gözlüğümü, güneş gözlüğümü, oğlumun oyuncak arabalarını, kıyafetlerini ve kızımın kıyafetlerini almış. Aldıkları arasında değerli sayılabilecek tek şey dijital kameraydı. Ciddi bir hırsızlık değildi yani. O hadiseden sonra emniyet müdürlüğü evimize polis koruması tahsis etti. Biz Hayrpur’dan ayrılana kadar gece gündüz kapımızda eli silahlı bir polis memuru bekledi.

Fatma Esra Hanım (ortada), kucağında oğlu ve öerenci velileri ile…

-Küçük çocuklarla gittiniz Hayrpur’a. Uyum sağlayabildiler mi? Yaşadığınız zorluklar oldu mu?

Kızım Nevin dil konusunda biraz zorlandı çünkü Senegal’de Fransızca öğrenmeye başlamıştı. Moritanya’da Fransızcaya ilaveten Arapça dersi de almaya başladı. Pakistan’da ise dersler İngilizce ve Urduca idi. Çocukcağız hangi dilde yazacağını şaşırıyordu. İlk gittikten sonraki 8 ay ağladı “Anne hangisini yazacağım?” diyerek. O dönem elbette çok zorluk çektik. O içeride ağlardı, biz dışarıda. “Ne olacak bu çocuk!” diyorduk. Ama çok şükür 8 ay sonunda çok güzel Urduca ve İngilizce öğrendi. Şu anda 5 dili çok güzel konuşuyor. Urducası da hala çok iyi.

Gittiğimizde henüz 9 aylık olan oğlumiçin “bâci” (bacı) dediğimiz bakıcı bir hanım bulmuştuk. Okula beraber gidiyorduk. Derslerde çocuğu bakıcıya bırakıyor, aralarda kendim ilgileniyordum. Hayrpur’daki okul binası L şeklindedir ve sınıfların kapıları bahçeye açılır. Bakıcı çocuğu bahçede gezdiriyordu mecburen. “Bacı, ben dersteyken çocuğu sınıfın önünden geçirme” diyordum. Ama sanki ben hiçbir şey dememişim gibi bacı çocuğu kucağına alıp aheste aheste yürüyerek kapının önünden geçerdi. Hava aşırı sıcak olduğu için sınıfta kapı pencere sürekli açık olurdu zaten. Ben ders anlatırken çocuk benim sesimi duyar, başlardı ağlamaya. Bacının tutması mümkün olmazdı artık. Çocuk odasındaki tavan pervanesini yavaş hıza ayarlaması için bacıyı defalarca uyarmak zorunda kalıyordum. Çünkü zaten sıcaktan terleyen çocuk yüksek ayarlı pervane altında kaldığında üşütüyordu. Ne kadar uyarırsam uyarayım, bacı ben daha bebek odasından çıkmadan yine hızlandırıveriyordu pervaneyi. Böyle yavaş-hızlı pervane ayarı derken çocuk hastalandı orada. Nefes almakta zorlanıyordu. Doktora götürdük ama çözüm olmadı.

Bir gün yine rahatsızlanınca doktora gittik, “Çocuk ölmüş!” dedi. Ben zaten düşüp bayıldım onu duyunca. Eşim de çocuğun ölmediğini söylüyormuş doktora, bir şeyler yapması için çabalıyormuş. Hatta ayna aramış, çocuğun ağzına tutup nefes aldığını ispatlamak için. Buna rağmen doktor sadece “Ölmüş!” diyormuş, hiçbir şey yapmıyormuş. Sonra ben kendime geldim. Doktora laf anlatamayınca çocuğu alıp çıktık hastaneden. Bir araba ayarladık. Hayrpur’dan Karaçi’ye arabayla tam 7 saat. Hayatımda başka hiçbir yere o denli bir hızla gittiğimi hatırlamıyorum, ama o 7 saat 70 saat oldu bana. 11 aylıktı oğlum. Araştırma hastanesine götürdük hemen. Çocuğu tedavi altına aldılar ama biz ikimiz de bayılmışız orada. Perişan olmuştuk yolda zaten. 10 gün sonunda biraz düzelir gibi oldu ama en küçük bir şeyde tekrar kötüleşiyordu. Hayrpur bize hastalık konusunda imtihan oldu. Kısa süre sonra İslamabad’a atandık. Elhamdülillah, gerçekten burnumuzda tüte tüte veda ettik Hayrpur’a.

Devam edecek…

***

Birinci Bölüm: Eğitimci Fatma Esra Tosun’un İzmir’den Sibirya’ya, Afrika’dan Pakistan’a uzanan yolculuğu (1)

Hey Merhaba 👋 Tanıştığımıza memnun oldum.

Yeni içeriklerden haberdar olmak istiyorsanız

Spam yapmıyoruz! Daha fazla bilgi için gizlilik politikamızı okuyun

0 Comments

No Comment.