Aslında yazmak bana düşmezdi. Ne bir edebiyatçıydım ne de yazacak kadar birikimi olan biriydim. Hani demiş ya Lâedrî:
“Kalem feryâd eder ağlar mürekkeb
Beni nâ-dân eline verme yâ Rab”
Aslında ne kaleme ne de mürekkebe bunu yapmaya hakkım yoktu. Ama Pakistan’da geçen onca yıl ve gördüğüm onca güzelliği yazmamak da o güzelliklere haksızlık olacaktı. Bu yüzden bu yazıyı kaleme almaya karar verdim.
Ben genç yaşlarımda (21) Pakistan’a gittim. Yaklaşık 13 yıl kaldıktan sonra esen zalim rüzgar beni de diğer arkadaşlarım gibi başka yerlere savurdu. O rüzgar esmeseydi, kim bilir daha kaç yıl kalırdım. Belki ömrümün sonuna kadar…
Ayrılacağımın son haftasında, okullarımızdan mezun bir öğrencimizin düğününde diğer öğretmen arkadaşlar ve yönetici abilerle toplanmış, gidişim hakkında konuşuyorduk. Bir arkadaş dedi ki:
Hüseyin Hoca, Pakistan’dan gidiyorsun. En çok neyi özleyeceksin?
Ben de dedim ki: Abileri özleyeceğim.
Başka bir arkadaş da şakala dedi ki: Şimdi bak, yönetici abilerin yanında bunu diyorsun.
Ben de: Bu abilerden Allah’a şükür her yerde var. Ben Pakistanlı abileri kastediyorum, dedim.
Evet, A., J., K., M. abiler ve burada isimlerini sayamayacağım onlarca Pakistanlı abiyi kast ediyorum. Pakistan’dan ayrılalı neredeyse 8 yıl oldu. Şimdi o sözümde ne kadar haklı olduğumu zaman bana ispatladı.
Gittiğim her yerde Anadolu’nun hakkı ödenmez, yiğit hizmet erleri vardı. Her gittiğim yerde arkadaş olacak, kardeşlik yapacak, abilik edecek insanlar buldum. Ama Pakistan insanının o içten, sıcak, samimi yapısını başka ülkelerde bulamadım. Bundan sonra da bulabileceğimi pek sanmıyorum.
Ben 3 sene öğretmenlik ve yurt müdürlüğü yaptıktan sonra okulların halkla ilişkiler bölümüne geçmiştim. Görevim, Pakistan’ın kırsalından gelen fakir öğrenciler için sponsor bulmak ve sponsorları, desteklerinin boşa gitmediğini göstermek için sürekli bilgilendirmekti. Ama dostluk ilişkilerimiz bunun çok daha ötesine geçmişti.
Bir nedenle birkaç ay ziyaretine gidemediğim bir iş adamı (A. N.) şöyle demişti: “Sana çok kızıyorum. Ben seninle arkadaştım. Sen bunları görev icabı yapıyormuşsun.”
Ben de işin aslını anlatıp neden gelemediğimi açıklayınca. O da o zaman “Tamam, affettim” demişti.
Göreve ilk başladığımda bu alanda çok tecrübem yoktu. Uzaktan gördüğüm bir görevdi. Mehmet Abi’nin tayini Kanada’ya çıkmıştı ve tanıdığı sponsorları benim ile tanıştırıyordu. Bazılarını okul ziyaretlerinden tanıyordum. Ama yine de içimde heyecanla karışık bir korku vardı. Sonuçta çoğu büyük iş adamı, fabrika sahibi insanlardı. Bir de görevi devraldığım kişi çok aktif ve özverili olarak bu işi yaptığı için Atom Karınca lakaplı Mehmet Abi idi. Bu tecrübesizlikle onun yerini nasıl dolduracaktım?
Birçok soru işareti ve korkuyla görevi devraldım. Zaten yıllardır gördüğüm Pakistan insanının güzel kalbini bir kez daha, aynel yakin görmüş oldum. Ziyaret ettiğim sponsorlar, İslamabad’ın en köklü aileleriydi. Müteahhitler, fabrikatörler, iş adamları… Ama bana asla acemilik yaşatmadılar.
Çoğuna çat kapı giderdim. Hiçbir zaman “Bunca işin içinde seninle mi uğraşacağız? Randevusuz gelinir mi?” gibi bir tepkiyle karşılaşmayı bırak, aksine, ziyaretlerimden dolayı memnuniyetlerini dile getirirlerdi. Ayrıca çoğunun çocuğu, hatta torunu yaşındaydım.
Devam edecek
No Comment.