Araştırmacı Doğan Yücel‘den farklı bir Allâme Muhammed İkbal portresi. İkbal’in hayatı ve düşünce dünyasına genel bir bakış yapan Yücel, onun Osmanlı ve Türklerle ilişkisine ise derinlemesne ayna tutuyor. Ayrıca İkbal’in Türkiye’de nasıl algılandığını anlatıyor...
Entelektüel, zamanının çocuğudur. O, geçmişini bilen gelceğini de görebilen bir rasat köprüsüdür. Son yüzyılda yetişen İslâm büyüklerinin nasıl bir vasatta neşet ettiklerini bilmek isteyen, o dönemin İslâm dünyasına baktığında bunu büyük ölçüde anlamış olur. 20. asır, İslâm dünyasına birbirinden kıymetli, devâsâ şahsiyetler armağan etmiştir. Cemaluddin Afgâni, Muhammed Abduh, Mehmed Âkif, Bediüzzaman Said Nursî, Mevdûdi, Hasan el Bennâ, İskilipli Atıf, Elmalılı Hamdi, Seyyid Kutup…
Pakistan denince akla ilk gelen şahsiyet tabii ki Allâme Muhammed İkbal olacaktır. İkbal, yaşadığı dönem itibarıyla toprakları gayrımüslim idaresi altında, yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle sömürge bir coğrafyanın, Hindistan’ın evladı. 1877-1938 yılları arasında yaşayan İkbal eğitimini Lahor’da tamamlar. Daha sonra Londra’ya gider, Batı’nın ilmini tahsil eder. Daha sonra hatıralarında, “Londra’da 15 sene geçirdim fakat buna rağmen teheccüdümü kaçırmadım.” der. Hakka hukuka çok riayetkâr olan İkbal’e bir vazife verilir ve “Bir ayda bitir, paranı al.” derler. Kendisi işi bir günde bitirir ve sadece bir günlük yevmiye parasını alıp kalan miktarı çok ısrar edilmesine rağmen almaz. Sebebi sorulduğunda “Efendim (SAV) böyle buyurdu.” cevabını verir.
Gemi ile Londra’ya giderken denizin ortasında birden ayağa kalkar, etrafındakiler sebebini merak edince, “Şimdi İstanbul’un hizasından geçiyoruz, orada bizim efendimiz, halifemiz oturuyor. Onun karşısında saygısızlık etmek istemem.” karşılığını verir.
Türklerin İstiklâl harbine desteği
İkbal, İstiklâl Harbi’nde Lahor’da insanları Minare-i Pakistan’ın etrafına toplayıp onlardan İslâm’a ve hilafete yani Türkler’e yardım etmelerini ister. Kaleme aldığı kitaplarla fikirlerini dünyaya tanıtır. Eserleri birçok dile çevrilen ve Lahor’da Padişah Mescidi’nin önünde defnedilme şerefine lâyık görülen tek isimdir. En önde gelen çocuğu, Doğu’daki edebi bir gelenekle Câvidnâme ismiyle bir de kitap yazdığı ve Pencap Eyaleti Yüksek Mahkemesi’nde yıllarca vazife yapan Yüksek Hâkim Câvid İkbal.
20. yüzyılda Pakistan-Hindistan yarıkıtasıyla Türkiye ikişkilerinde şüphesiz en önde gelen şahsiyet Allame Muhammed İkbal’dir. İkbal’i anlamak bir anlamda Pakistan’ı anlamaktır. Bu vesileyle ‘Şair-ul Maşrik’ İkbal’in eserlerinde Türkleri nasıl ele aldığını uzun uzadıya anlatmaya gerek olmadığı gibi zaten birçok defa üzerinde çalışılmış bir meseledir. “Devrimizin büyük mütefekkir ve felsefî şairi ve aynı zamanda tercüman-ı hakikisi Allame İkbal’in zatını anlatmaya gerek yoktur.” (Mughul, 1981, s. 81).
Allame İkbal’i sadece Hindistan-Pakistan müslümanları için düşünmek yanlış olur. Belki o bütün âlem-i İslâm’ın gaflet uykusundan uyanması için gayret etmiştir. İslâm âlemini tasallutlardan kurtarmak için şiirler yazmış, eserler ortaya koymuş ve bu âlemdeki kısacık ömründe çok büyük zihni inkılaplar yapmıştır. İkbal, sömürge altındaki Müslüman memleketlerde yer yer başlayan istiklâl mücadelelerine hemen dâhil olmuş ve onlara tamamen ve açıktan destek vermiştir. Onların haberlerini bütün İslâm dünyasına duyurmaya ve dikkatleri bu yerler üzerine çekip insanların fikir ve hayallerini kabul etmelerini istemiştir.Neticesinde İslâm memleketlerine zindelik ve canlılık getirmiş, cesaretlerini artırmış ve onlarda birlik ve beraberliğin teessüsüyle silkinme düşüncesini kuvvetlendirmiştir.
İngilizlerin Anadolu’yu işgâlini nasıl gördü?
20. yüzyılın ilk çeyreği, Osmanlı Devleti ve Türkler için çok zorlu ve bir imtihan devriydi. 1911’de İtalya, Trablusgarb’a saldırdı. Bunun öncesinde Müslüman Hint’te Dr. Ensarî’nin ayaklanmasına Türk yardımseverler maddeten destek verdi. İngilizlerin İstanbul’u işgali bu coğrafyada ‘Hilafet-i Osmaniye’ için sempatinin artmasına vesile oldu. Aynı tarihlerde hapiste olan Mevlâna Zafer Ali Han’ın editörlüğünde ‘Zemindar’ adlı bir gazete yayınlanmaya başladı. Bu işgal dönemini İkbal şöyle anlatır:
“Neticede bak, reftare gezen deryalar dolusu şanı
Zavallı bir dalga őylece zincirleyecek, onu” (s. 194).
Allame İkbal, kendi dilinde Trablusgarb savaşını anlatır. ‘Fatıma Binti Abdullah’ isimli nazmında da bu konuyu işlemiştir (s. 239-240). Bu harpte şehidlerin kanını Hz. Peygamber’in (SAV) huzurunda bir bardak içinde sunduğunu yazar. Bu şiirinin adı ‘Yüce Resulün Huzurunda’dır. Şiirinde şöyle der:
“Huzur, Bu zamanda asudelik bulunmaz
Uğrunda çabaladığım o hayat bulunmaz
Var binlerce lale ve gül bu dünya bağında
Tek bir gonca bile vefalı bulunmaz
Ben size öyle bir hediye getirdim ki
O şey cennette bile bulunmaz
Onda senin ümmetinin şerefini gösteren
Kanı vardır, Trablus şehidlerinin” (s. 218-219).
Birinci Cihan Harbinde, Hicaz’ın el değiştirip ‘gaddar’ ellere düşmesinin acısını:
“Satıyor Haşimi Mustafa’nın (SAV) dininin izzetini
Kan ve toprak oluyor Türklerin emekleri” (s. 257).
şeklinde ifade eder.
İstiklâl Harbi’nin neticesinde kazanılan zaferden sonra İkbal, meşhur ‘İslâm’ın Doğuşu’ şiirini kaleme alır. Daha sonra İngilizlerle yapılan antlaşma görüşmeleri sırasında İkbal, Mevlâna Seyyid Süleyman Nedvî müstearıyla Mustafa Kemal’e bir mektup gönderir. Mektubunda, “Bu yazacaklarım ne zamandır kalemimden dökülmeyi bekliyordu… Bu konuda senin ne dediğini bilmiyorum. Olaylar ayan beyan ortadadır fakat Hindistan’daki sade Müslümanlar bunları bilmiyorlar.” ifadelerini kullanır (Charagh, 1940).
Hilafetin kurtuluşunu ‘Der-yûze-i Hilafet’ adlı nazmında şu şekilde dile getirir:
“Elinizdeki toprak gidiyorsa gitsin
Fakat yeter ki sen Allah’ın (cc) hükümlerine vefasız olma
Senin tarihten gelen şuurun yok mu?
Siz hilafetin kullarısınız
Senin aldığın öyle bir padişahlıktır ki
Kanını dökmeden alman ayıptır” (s. 286).
Türkiye’de ilk Mehmet Âkif anlattı
Sonraki yıllarda da çeşitli manzumelerinde Türklerle ilgili bahislerine rastlamak mümkündür. Türkiye’de Allame İkbal’den bahseden ve onu anlatan ilk şahıs ‘Safahat’ın sahibi Mehmed Akif olmuştur. ‘Rûmi-i Asır’ adıyla İkbal’e mukabelelerde bulunmuştur. Safahat’ında da kendisinden ‘Sanatkâr’ isimli nazmında “Hindin feylesof şairi” diye söz eder ve bir dörtlüğünde,
“Figâna söyletebiilmek bir ızdırâbı, hayal!
Diyordu şairi Hind’in o feylesof İkbal:
«Heyecâna verdi gönülleri,
Heyecanlı sesleri gönlümün;
Ben o nağmeden müteheyyicim:
Ki yok ihtimâli terennümün.»”
diyerek ona yer verir (Ersoy, 2007, s. 503).
Âkif, Mısır’dayken Dr. Abdulvahhab-ı Azam’a İkbal’i anlatmış ve onun eserlerini Arapçaya çevirmelerini teklif etmiştir. Mehmed Âkif ve Muhammed İkbal’in ilişkilerini anlatan müstakil kaynaklar da bulunmaktadır (Önder, 1993).
Yeni kurulan devletle de İkbal’in ilişkisi sürmüştür. 1932’de Balkan meselesinde Fransa’da bulunan Rauf Paşa, Hindistan’a davet edilmiş ve Lahor’da kendisi için büyük bir merasim tertiplenmiştir. 23 Mart 1933’te Stifılz (Stiffles) Hotel’de İkbal, bir kez daha Türklere olan sevgi ve muhabbetini dile getirmiştir.
Pakistan’ın kuruluşundan sonra Türkiye-Pakistan ilişkileri devam etmiş, karşılıklı elçilikler açılmıştır. Pakistan’ın ilk Türkiye büyükelçisi ünlü şair ve âlim Mian Beşir Ahmed, bu yönde ciddi hizmetler vermiştir. Ankara Üniversitesi ve diğer makamlarda Allame İkbal’in hayatını, eserlerini ve fikirlerini tanıtmıştır. Pakistan’ın kurucusu Muhammed Ali Cinnah ve İkbal’in doğum ve ölüm yıldönümlerinde yapılan merasimlerde Türkiye’deki siyasilere ve aydınlara Allame İkbal’i anlatmıştır. Bu faaliyetlerin neticesinde Türkiye halkında şarkın şairine karşı bir iştiyak uyanmış olup Farsî eserleri Türkçeye çevrilmeye başlamıştır.
Konsoloslukta İkbal sohbetleri
Pakistan Büyükelçiliği’nin önderliğinde Türkiye’de ‘Pakistan Kültür Derneği’ kurulmuştur. Bu ve sonradan kurulan benzeri platformlar Pakistan-Türkiye ilişkileri açısından mühim vazifeler icra etmişlerdir. Daha sonra Türkiye’de uzun yıllar resmi vazifelerde bulunan Şerif Hasan önemli işler yapmıştır. Bu sırada Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan’la tanışmış ve ona İkbal’i anlatmıştır. “1960-1968 yılları arasında Tarlan, Pakistan Konsolosluğu’nda haftalık toplantılar ve görüşmeler yapmış ve İkbal’in sözleri üzerine bahisler açmış ve sohbetler etmişlerdir.” (Mughul, 1981, s. 86).
O dönemde Tarlan, 1963’te ‘Peyam-ı Maşrik’i, (Şarktan Haber) namıyla, 1964’te ‘Zebur-i Acem’i (Zebur-i Acemden Seçmeler) ve ‘Rumuz bî Hôdî’yi (Esrar ve Rumuz) ismiyle, 1968’de ‘Darb-ı Kelim’i aynı adla ve ‘Armağan-ı Hicaz’ı (Hicaz Armağanı) namıyla Türkçeye kazandırmıştır. “Yine aynı dönemde İkbal’le ilgili olarak Pakistan Büyükelçiliği’nin önderliğinde aylık basılan ‘Pakistan Post’ (Pakistan Postası) isimli dergide makaleler ve yazılar kaleme almıştır. 1957’de İkbal Akademisi, Prof. Tarlan’ı Pakistan’a davet etmiş ve Pakistan’da değişik görüşmelerde bulunmuşlardır” (Mughul, 1981, s. 87).
Tarlan’a ek olarak zikredilebilecek bir diğer şahıs da Ali Ulvi Kurucu’dur. Kurucu, 1957’de ‘Büyük İslam Şairi Dr. Muhammed İkbal’i ve 1964’te tamamı altı dersten müteşekkil İngilizce ‘The Reconstruction of Religious Thought in Islam’ı (İslamda Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü) ismiyle çevirmiştir.
Tarlan’dan sonra bu konuda ciddi çalışmalar yapan kişi Prof. Abdulkadir Karahan olmuştur. “Karahan, ciddi bir Pakistan ve Allame İkbal meraklısıydı.” (Mughul, 1981, s. 88). Türkiye Cumhuriyeti’nin 50. kuruluş yıldönümü olan 1973’te ‘Dr. Muhammed İkbal Ve Eserlerinden Seçmeler’i yayınlamıştır. Bu kitaptaki Urducadan tercümeleri Karaçi Üniversitesi’nden Doç. Muhammed Sabir yapmıştır. Değişik dönemlerde Allame İkbal’le ilgili olarak toplantılar, konuşmalar yapılmış ve yapılmaktadır.
‘Asr-ı Hâzırın Rûmisi’ nâmı verildi
1973’te Mevlâna’nın 700. doğum yıldönümünde Konya’da tertip edilen Mevlâna Semineri’nde, İslamabad İslamiye Üniversitesi Rektör Yardımcısı Dr. Nebi Bahkş Belûç ve diğer önde gelen Pakistanlı ilim adamlarından da katılımcılar bulunmaktaydı. Bu seminerde İkbal, ‘Asr-ı Hazırın Rûmisi’ namıyla anılmıştır. 1977’de Allame İkbal, 100. doğum yıldönümünde Pakistan’da milletlerarası bir konferans tertiplenmiştir. Bu konferansa önde gelen Türk ilim adamı ve sanatçılarından da katılanlar olmuştur. Bu konferans çerçevesinde ayrıca iki hükümet arasında bir program daha organize edilmiştir. Bir yıl sonra 1978’de Hâkim Cavid İkbal için Ankara, Konya ve İstanbul’da konferanslar tertip edilmiş ve bu konferanslarda Cavid İkbal, Allame İkbal’in düşünce ve fikir dünyasını Türk halkına ve aydınlarına anlatmıştır. Konya’da Muhammed İkbal, sanki Türklerin şairi gibi karşılanmıştır ve Mevlâna’nın kabrinin hemen yakınında İkbal adına hatıra olarak temsîlî bir mezar taşı dikilmiştir. Yani bunun manası şudur ki İkbal, asrımızın Mevlânâsı olup Celaluddin-i Rûmi’nin hizmetkârıdır.
Bir cümleyle ifade etmek gerekirse Pakistan’dan İkbal`i Türkiye’ye tanıtan en öne çıkan isimler Prof. Yakup Mughul ve rahmetli Prof. Muhammed Sabir’dir. Sabir, 1968’te Urduca-Türkçe Lügat hazırlamıştır. Daha sonraları Urduca-Türkçe başka sözlükler de hazırlanmıştır. Pakistan’daki mahalii dillerdeki Türkçe kelimelere dair kimi çalışmalar da kaleme alınmıştır.
Daha sonraları 1992-93 yıllarında bütün külliyatı Türkçeye kazandırılmıştır. Bu konuyla ilgili olarak Ankara Üniversitesi Urdu Dili Ve Edebiyatı ve Pakistan Araştırmaları Kürsüsünün Başkanı, “Bir hayal gerçek oldu!” demiştir. Bu kitapların bugün değişik isim ve tercümelerle birçok baskıları yapılmıştır.
Kaynakça
Mughul, M. Y. (1981). Allama Iqbal Aur Türki. Lahore Iqbal Academy Iqbal Review, 21, 81.
Sir Muhammad Iqbal (1930). Bang-e-Dra. Karimi Press, Lahore.
Charagh, H. H.(1940). Iqbalnama, Hoonhar Book Depo, Lahore.
Ersoy, M. E. (2007). Safahat. (Haz. M. Ertuğrul Düzdağ). İstanbul.
Őnder, M. (1993). Mehmed Akif ve Muhammed İkbal. Türkçe İkbaliyat, Iqbal Academy Lahore, 1, 101-108.
No Comment.