‘Pakistanlı ev sahibimizin nezaketi endişelerimi boşa çıkardı’

Pakistan-Türkiye hattında film gibi bir evlilik hikâyesi
Mart 11, 2021
Fatih Kısaparmak’ı ağlatan Muhammed Salman’ın öğretmeni: O şarkıyı bin kez dinledi, binbeşyüz defa söyledi
Mart 15, 2021

‘Pakistanlı ev sahibimizin nezaketi endişelerimi boşa çıkardı’

Eğitimci Yazar Mehmet Karadayı, Pakistan hayatının bu bölümünde, İslamabad’daki ev sahiplerini, alışveriş maceralarını ve elbette İngilizce ve Urduca ile olan imtihanını anlatmaya devam ediyor.

Nihayet evimize yerleştik. Birkaç eksiğimiz vardı henüz ama bunlar evde kalmamıza mani değildi. Binamız iki katlıydı. Alt katta biz oturuyorduk, üstte ise ev sahibimiz. Üç çocuklu bir aileydi ev sahibimiz. Önceleri “Acaba çok gürültü olur mu!” diye endişe etmedim değil. Ama endişelerim boşa çıktı. O kadar nazik insanlardı ki bir gün bile gürültü duymadım. İslamabad evlerinin en çok beğendiğim tarafı evin içinde yeteri kadar lavabo olmasıydı. Misafir için salona giriş ayrıydı ve ev halkını rahatsız etmeden misafirinizi ağırlayıp göndermek mümkündü. Çünkü ihtiyaç halinde kullanılmak üzere salondan girilen misafir banyosu bile vardı. Evimizin önünde küçük bir bahçe vardı. Hatta bahçecik demek daha doğru olur. Oradaki bir avuç toprakta bile çeşit çeşit çicekler ekiliydi. Bahçe duvarına bitişik bir bekçi kulübesi vardı. Günün 24 saati güvenliğimiz yerindeydi. Mahalleli bekçiyi kendilerinden biri kabul etmişti. Evde pişen yemekler bekçi ile paylaşılırdı. Sokak, salonun penceresine çok yakındı. Sokakta koşuşan çocukların sesleri içeri kadar gelirdi. “One, two, three go!…” Sokağın bir ucundan diğer ucuna yarış yaparlardı.

Gaz kaçağını sadece Türkler çakmakla kontrol etmiyormuş!

Kasım ayı başlayınca soğuk kendini iyice hissettirmeye başladı. Benim Rusya tecrübem olduğu için pek üşüdüğümü söyleyemem ama eşim ve kızım üşüyordu. Bir gaz sobası aldım. Duvardaki gaz borusunun ucundan bir hortum uzanıyordu. Sobayı bağladım ama borunun ucunun tam oturup oturmadığından emin olamadım. Ev sahibinden yardım istedim. Hemen geldi ve boruyu inceledikten sonra “Bakalım yeterince gaz geliyor mu?” dedi ve cebinden çakmağı çıkardığı gibi, ben “Ne yapıyorsun?” demeye kalmadan gaz kolunu çevirip çakmağı çaktı. Borunun ağzından adeta alev fışkırdı. Ben bir telaşla kendimi geriye attım. Baktım ev sahibimiz gayet sakin. Kolu tekrar kapalı konumuna getirdi. Yüzünde tuhaf bir hal vardı. Sanki benim telaşıma gülmek istiyor da ayıp olur diye gülmüyor gibi geldi bana. Boruyu dikkatlice sobaya bağladı. Bir daha çaktı çakmağı ve borunun ucunu iyice ısıtıp eliyle yapıştırdı. Dünyada gaz kaçağını sadece Türkler çakmakla kontrol eder sanıyordum! Pakistanlılar da öyleymiş. Bu kadar birbirine benzeyen kaç millet vardır ki.

Sobayı ateşleyince evin içine tatlı bir sıcaklık yayıldı. Ev sahibimiz giderken baktım yüzünde hala o tuhaf ifade vardı. Yukarı çıkınca kahkaha atmadıysa benim adım Mehmet değil. Ev sahibi gidince farkettim ki ben onunla İngilizce konuşmuşum. “Mecburiyetin itici bir gücü vardır” derlerdi, doğruymuş. Rusya’daki sekreterimiz, aldığımız mobilyaları zamanında teslim etmeyen satıcıyla yaptığım görüşmeden sonra yüzüme bakmış ve “Mehmet Bey siz kızınca hatasız Rusça konuşuyorsunuz.” demişti. Pakistan’da motivasyon kaynağım mecburiyet olacak herhalde.

İslamabad’daki sokak kültürü, Türkiye’de özlenen mahalle hayatının bir benzerini yansıtıyor.

Taksi şoförüne İngilizce dersi, hem de Ben!

Ertesi gün okula gitmek üzere taksilerin durduğu yere gittim. Artık pazarlık yapmayı biliyorum. “F-10 Markaz. Bis.” Yanına yaklaştığım takside kimse yoktu. Baktım ileriden birisi el işaretiyle beni çağırıyor. Gittim. “F-10 Markaz.” dedim daha fiyatı söylemeden “Pendra.” dedi. Ben ellerimi iki yana açtım anlamıyorum manasında. “Fifteen.” deyince kabul edip bindim. Yolda bana sürekli İngilizce sorular sordu. Ben de anladığım kadarıyla cevapladım. Okula varınca “Yarın bekleyeceğim seni.” dedi ve gitti. Ertesi gün baktım yerindeydi. Aynı şekilde sohbetli bir yolculuk oldu. Artık benim zamanı belli taksim olmuştu. Bir haftadan sonra “Herkes yirmi istiyor. Sen neden benden on beş alıyorsun?” diye sordum. “Ben de diğerlerinden yirmi rupi alıyorum ama seninle İngilizce pratik yaptığım için beş rupiyi ders ücreti kabul ediyorum.” dedi. Allahım! Duyduklarım doğru mu? Daha on gün önce “What is your good name?” faciası yaşamış biri olarak kendimi meydan savaşı kazanmış komutan gibi hissettim. Resmen ‘hat-trick’ bu. O kadar çok gol yemiş biri olarak artık skora bakmıyordum. Bu hat-trick ile ne olursa olsun beraberlik sağlanmıştır. Ve bu konu yoruma kapalıdır. İngilizce = Ben.

Kelime ezberleyerek kasaba gitmek…

Ben bu olayı okulda herkese anlatıp hava atarken eşim aradı. “Gelirken kıyma getir.” dedi. Kıyma mı? Bu kadar hava atmışken bir arkadaştan yardım istemek ayıp olurdu artık. Hemen sözlüğü açtım. Kelimeleri buldum: Mince, ground beef, minced meat. Tamam bu üç kelime meramımı anlatmaya yeter. Okunuşlarını öğrendim. Yolda tekrar ede ede kasaba gittim. Güzel geniş bir dükkan. Camekanda asılmış kuzular var. Ama eşim sığır eti kıyması istemişti. Baktım göremedim. Başladım sormaya. Tabii en iyi telaffuzu çıkarmaya gayret ederek. “Do you have mince?(Kıyma var mı?)” Kasap babacan bir adamdı. Hafif göbekliydi ama üzerindeki şalvar kamis onu olduğundan şişman gösteriyordu. Yüzüme baktı, mahcup mahcup gülümsedi. Başka bir cümle kurdum bu sefer: “Have you got ground beef? (Kıyma var mı?)” Aynı mahcup ifade. Yüzünde aynı tebessüm. Bu sefer işi kolaylaştrayım diye sadece “Minced meat” dedim. Tık yok.

“He!” ile Urducanın damarlarına girdim

Hemen telefona sarıldım. Gurur yapmanın yeri değil. Akşam hanımdan azar işitmek var işin ucunda. Ebubekir Bey’i aradım. “Kardeş Urduca kıyma ne demek?” Ben daha cümlemi bitirmeden atıldı kasap “Kıyma?” “He!” dedim. Bu arada Ebubekir Bey geniş geniş izahat veriyor. “Abi kıyma aynı. ‘Kıyma he?’ diye sor, o anlar.” dedi. Kasap bir dolabı açtı. İçinde büyükçe bir kıyma makinesi. Diğer dolabı açtı. Raflara dizilmiş sıra sıra etler. Bir parça gösterdi. Baktım “He” işe yarıyor “He” dedim. Kasap büyük bir maharetle etleri küçük parçalara ayırdı, makineden geçirdi. Parmaklarıyla iki işareti yapınca ben hemen yapıştırdım “He!”. Meğerse ben “He” ile Urducanın damarlarına girmişim. Kıymayı aldım çıktım. Yol üzerinde bir bakkala girdim. “Bread he?” Bakkal “He” dedi çıkardı ekmeği. Diğer bakkala girdim “Water he?”, cevap aynı “He.” Su geldi hemen. Ben mutlu mesut evin yolunu tuttum. Bir günde iki meydan muharebesi kazanmak kolay değil. Mareşal olmaya ne kaldı şurada!  

Devam edecek…           

Hey Merhaba 👋 Tanıştığımıza memnun oldum.

Yeni içeriklerden haberdar olmak istiyorsanız

Spam yapmıyoruz! Daha fazla bilgi için gizlilik politikamızı okuyun

0 Comments

No Comment.