Türkçe öğretmeni Ayşegül Karahan: Pakistan zordu ama güzeldi

Pakistan’ın acı günü: Tren kazasında 62 kişi hayatını kaybetti
Haziran 7, 2021
Tarihten Bir Sayfa: Sakaryalı doktorlardan sel mağdurlarına sağlık desteği
Haziran 9, 2021

Türkçe öğretmeni Ayşegül Karahan: Pakistan zordu ama güzeldi

PakTürk Okulları’nda Türkçe öğretmenliği yapan Ayşegül Karahan ile Pakistan hayatını konuştuğumuz saatler boyunca en sık tekrar ettiği cümle şuydu: “Zordu ama güzeldi!” Bu, onun her türlü sıkıntıya, imkansızlıklara rağmen insanlara ulaşma gayretini, öğrencilerine olan düşkünlüğünü, yaptığı işi bir meslekten öte Allah rızasını kazanmaya vesile bir ‘hizmet’ olarak görmesini ifade ediyordu.

Karadeniz Bölgesi’nin hem coğrafik hem toplumsal olarak rahat, ferah ikliminden Pakistan gibi farklı bir ülkeye gitmiş olmasına fedakarlık olarak bakmıyor Ayşegül Hanım. Ona göre, bütün hatalarına, kusurlarına, acemiliklerine rağmen genç bir öğretmeni bağrına basan, güvenip evlatlarını teslim eden Pakistan halkı asıl büyük fedakarlığı yapmıştı.

Pakistan’dan ayrıldıktan sonra ailesiyle beraber Almanya’da yaşamaya başlayan Ayşegül Hanım ile gözyaşları ve tebessümler eşliğinde yaptığımız röportajın ilk bölümünü sunuyoruz.

-Pakistan’a gitmeden önceki hayatınızı kısaca anlatır mısınız?

Trabzonluyum. Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin sınıf öğretmenliği bölümünden 2002’de mezun oldum. 3 yıl Trabzon’da yurt müdürlüğü halkla ilişkiler gibi çeşitli işler yaptım. 2 yıl da Gümüşhane’de çalıştım. 2007’de öğretmenlik yapmak için Pakistan’a gittim.

-Yurt dışına gitme isteğinizin sebebi neydi? Nasıl bir hissiyatınız vardı?

Hayalimde Müslüman bir ülkeye gitmek yoktu açıkçası. Üniversitede okurken öğretmen ihtiyacı olan Türk okullarının bulunduğu coğrafyalara gitmeyi hayal ediyordum. Oralarda bir destan yazılıyordu gerçekten. Duyduğumuz hikayelere, oradan gelen tanıştığımız eğitimcilere gıptayla bakıyorduk. ‘Acaba ben de o destanın bir parçası olabilir miyim?’ diye düşünüyordum.

Mezun olduktan sonra hemen yurt dışına gidip öğretmenlik yapmak istedim aslında ama ailem izin vermedi. 5 kardeşin en küçüğüyüm. Herkes evlenmiş gitmiş, evde bir ben kalmıştım. Üzerimde söz hakkı olduğunu düşünen çok insan vardı. Sonrasında zaten çalışıyordum başka şehirde. Onlardan ayrıydım. Evlenip gitmeme karışmadılar, itiraz edemediler.

-Pakistan’a nasıl razı ettiniz onları?

Aslında razı olmadılar. Eşimle tanıştığımızda farklı bir ülkedeydi ama Pakistan’a gitmeye karar vermişti. Eşim ve ailesi istemeye geldiğinde babam evden gitti. Ben her şeye rağmen kararımdan vazgeçmedim. Nişanlandık ve o Pakistan’a gitti. Bir yıl nişanlı kaldık, ben vazifeme devam ettim. 2007’de düğünden sonra gittim. Ben gittikten sonra babam kısmi felç geçirmiş, sonradan öğrendim. Zordu gerçekten ailemi bırakıp gitmek.

-Gitmeden önce Pakistan hakkında neler biliyordunuz, herhangi bir araştırma yaptınız mı?

O zamanlar elimizde akıllı telefon yok, her zaman her yerde internet erişimi yok. Araştırmak kolay değildi. Samanyolu TV’deki Ayna programında 3 bölüm olarak Pakistan’ı anlatmışlardı. Defalarca izlemiştim onları. Çok heyecanlıydım. Tabi öncelikle ‘hicret etmeyi’i düşünüyordum, bütün duygu ve düşüncelerim o istikamette oluşmuştu fakat oraya gidince hayatın gerçekleriyle de yüzleşmiş oldum.

KERTENKELE İLE AYNI ODADA KALDIĞIMIZI ÖĞRNİNCE DEHŞETE DÜŞTÜM

-Ne tür gerçeklerdi bunlar?

Oraya gittiğim için pişman değilim asla. Çocuklarımın orada büyümesini çok istedim. Ama hayat şartları olarak gerçekten çok zordu. Orada beni tutan şey öğrencilerim, velilerimiz ve sevdiğim insanlardı. Fakat Allah’ın belki de en büyük lütfu, insana gittiği yeri sevdiriyor.

Ayşegül Karahan, Pakistan halkından gördüğü sevgiyi ve samimiyeti unutamadığını söylüyor.

İlk yaşadığım şehir Peşaver’de sosyal hayat daha zordu, çünkü Taliban etkisi vardı. Çok az sayıda kadın araba kullanıyordu. Biz de bu konuda zorlanıyorduk. Pazara çıkarken kıyafetimize daha çok dikkat ediyorduk. Peçe yapıyordum bazen. Türkiye’de çok rahat yetiştim. Kendi başıma hareket etme açısından çok özgürdüm. Oraya gittiğimde İngilizcem yoktu. Dil açısından eşime bağlıydım. İlk zamanlar arabamız da yoktu. Ama orada yaşarken Rabbim sevdiriyordu. Hala insanlarını çok seviyorum.

-İlk izlenimleriniz nelerdi?

Peşaver’e ilk indiğimde, yol kenarlarında yatan insanlar gördüm, anlamadım sebebini. Havaalanından klimalı bir araçta gidiyoruz, ne kadar sıcak olduğunu henüz fark etmemişim. Yoldan gelen geçen arabaların tesiriyle serinlemeye çalıştıklarını söyledi arkadaşlar. Misafir olacağımız evin önünde taksiden inip sıcak havayla yüzleşince anladım o insanların çaresizliğini. O gece elektrik de kesildi. Sabaha kadar uyumadan serinlemeye çalıştım. Sabah ellerim, ayaklarım kaşınmaktan su toplamıştı.

Misafir olduğumuz evde ilk gün, ev sahibi arkadaşlar okula gidince ben de temizlik yapmak istedim. Mutfağa girdim. Etrafta fare pisliğine benzer şeyler var. Çok da korkarım, eşime gösterdim. “Fare değil  kertenkele onları bırakan!” dedi ve gece yattığımız odanın penceresinin önünde duran kocaman kertenkeleyi gösterdi. Meğer gece karanlıkta görmemişim. İlk başta ‘fare değil’ diye rahatlamışken o kertenkele ile aynı odada kaldığımızı idrak edince dehşete düştüm.

-Yerel halkla iletişim kurarken neler yaşadınız? Kültür farkları hayatınızı etkiledi mi?

Gittikten 2 ay sonra okulda Türkçe öğretmenliğine başladım. Eşim de Biyoloji öğretmeni. Okulda tek Türk kadın öğretmen bendim. Elimde bir sözlükle derslere giriyorum. Bir tane öğretmen arkadaş vardı Pakistanlı. Birkaç Türkçe cümle biliyordu, çatpat. Bazen çok bunaldığımda ‘Anneyi mi özledin. Ben anne, koy başını buraya’ der, omzunu gösterirdi. Başka Türk olmadığı için Pakistanlı arkadaşlarla beraberdim hep. Çok yakın muhabbetimiz oluştu zamanla.  

BİZİM ORALARA ALIŞMAMIZ MI ZORDU, ONLARIN BİZE ALIŞMASI MI?

Bir gün yine bu Pakistanlı kadın öğretmenlerden biri “Akşam aile arasında bir program var, senin de gelmeni istiyorum.” dedi. Daha önceden düğün yemeği vb. geleneksel törenlerine katılmıştım. Fakat bu sefer daha önce duymadığım bir tören ismi söyledi. Ne olduğunu sormadım, Urduca sözlükten bakarım dedim ama bulamadım sözlükte. Orada Peştuca konuşuyorlardı. Eşime ve arkadaşlara da sordum, onlar da hiç duymamıştı. Düğün olmadığına göre sünnet töreni gibi bir şey olacağını düşündüm. Marketten kocaman bir oyuncak uçak aldım, paketledim gittim akşam. Gerçekten dışarıya çadırlar kurulmuş, ışıklandırılmış görünce tamam dedim, kesin bir tören var. Kadınlar arasında tabi. Erkekler dışarda, beni içeri aldılar. Biraz sonra ortaya bir genç adam geldi ve kına yakmaya başladılar. Meğer evlenecek olan delikanlı için asıl düğünden aylar önce teyzeleri halaları böyle kına törenleri yaparmış. Bu sadece Peşaver bölgesinde olan bir şeymiş. O gün de töreni bizim öğretmen arkadaş düzenlemiş. “Ben sünnet sanıyordum, ne yapacağız bu hediyeyi?” dedim.

Ayşegül öğretmen, ders dışı faaliyetlerde de öğrencileri ile yakından ilgileniyordu.

Geriye bakıp düşündüğümde, “Bizim oralara alışmamız mı zordu, onların bize alışması mı? Bizim yaptığımız mı fedakarlık, onların yaptığı mı?” diye soruyorum kendime. Sanki bana onların yaptığı daha büyük fedakarlık gibi geliyor.

-Pakistan halkının nasıl bir fedakarlık yaptığını düşünüyorsunuz?

Anılarıma bakıyorum, mesela çok büyük potlar kırmışım. Onların kültürüne uymayan, bana göre normal ama onlara garip gelen şeyler yapmışım ama insanlar hep beni bağırlarına basmışlar. Onlar asıl fedakarlığı yapmış beni oraya kabul ederek. Biz kültür olarak ne kadar uzak olsak da onlar bizi her şeylerine dahil ettiler, içlerine aldılar. Hediyeme de çok güldüler o gün ama “Senin yaptığın ne ki, daha önce başka bir arkadaş vardı, Urduca bilmediği için bizim şarkılarımızı ilahi sanar, ağlardı.” dedi arkadaşım.

Gerçekten çok samimi insanlardı. Yolda giderken üzüm görünce “Biz bunların yaprağından yemek yaparız.” demiştim. Daha sonra o arkadaş benim için üzüm yaprağı bulup getirmişti. Böyle insanlar vardı.

BAKICININ HIRISTİYAN OLDUĞUNU 3 AY SONRA FARK ETTİM

Pazara gittiğimde önce “İranlı mısın?” sonra da “Müslüman mısın?” diye sorardı pazarcı amcalar. Hicret duygusuyla gittiğim bir yerde “Müslüman mısın?” diye sormaları hoşuma gitmiyordu. Ama “Müslümanım” desen bile hemen inanmaz, “İhlas’ı okur musun” derlerdi. Orada Hıristiyanlar da çok fazla ve onlar da örtülü. Geleneksel aynı giyiniyorlar. Çocuk bakıcımın Hıristiyan olduğunu 3 ay sonra fark ettim. Ben bebeği sallarken ne dersem o da öyle söylüyordu, “Hu Allah hu Allah!” Bana Müslümanlar gibi selam veriyordu. Ta ki ocak ayı geldiğinde “Benim bayramım başlıyor, izin verir misin?” dediğinde anladım. Bebeği alıp okula beraber gidiyorduk. Yerli öğretmen arkadaşlar da fark etmemişti, çok iç içe yaşıyorlardı.

-Öğrencilerle iletişiminiz nasıldı? Zorlandığınız durumlar oldu mu?

Peşaver, yurt dışı rehberliğinde en acemi olduğum ama en güzel geçen dönemdi benim için. O çocuklardan bazıları üniversite bitirdi, ama hâlâ yazıyorlar. Rehberlik programları için öğrencilerimi kendi evime davet ediyordum. Bir öğretmenin evine gitmek çok farklı bir durumdu onlar için. Ailelerin de buna izin vermesi büyük bir fedakarlıktı. Kız çocuğunu yabancı bir eve göndermezler normalde.

Oradan ayrıldıktan 4 yıl sonra bir mesaj geldi bilmediğim numaradan. “Öğretmenim liseyi bitirdim. Tıp fakültesini kazandım ve bugün ilk dersimdeyim. Sırama oturdum ve aklıma ilk siz geldiniz. Bu duyguyu paylaşmak istediğim ilk kişi sizdiniz.” yazmıştı öğrencim. O çocuklar benim için gerçekten çok farklıydı. Yine onlardan biri şimdi Hindistan’da. Nereye gitsem numaram değişse bile beni bulur ve önemli zamanlarda mesaj yazar.

Ayşegül öğretmen öğrencileri ile Türkçe dersinde…

Yine bir öğrencim vardı, babası vefat etmiş, annesinin psikolojik durumu da iyi değil. Yıllar sonra beni buldu ve “Öğretmenim hayatımda en güzel günler sizinle geçirdiğim günlerdi. Şimdi kendimi çok yalnız hissediyorum. En güzel zamanları sizinle yaşadığım için şimdi de size yazmak istedim.” diyordu. Gerçekten çok farklı, çok zeki çocuklardı. Dil öğrenme kabiliyetleri vardı. Kelimeler kalıcı olsun diye oyunlarla, şakalarla karışık ders yapardım. Gırgır şamata ile geçerdi dersler. ‘olmak’ ve ‘almak’ kelimelerini çok karıştırırlardı. Sınavda bir öğrencim “Ben peynir olmak istiyorum!” yazmış. Ben de ona çok takılmıştım. “Keşke Pakistanlıların sevdiği bir şey olsaydın, niye peynir oluyorsun, kimse sevmez Pakistan’da peyniri vb.” Ayrıldıktan 4 sene sonra Peşaver’e zümre toplantısı için gittiğimde o çocuk da duymuş, geldi. “Öğretmenim ben peynir olmak isteyen öğrencinizim hatırladınız mı?” dedi. Sonrasında her mesaj attığında “Ben peynir olmak isteyen kız” diyerek kendini hatırlatıyordu.

BİZİMLE KONUŞMAK İÇİN ÖNCE İNGİLİZCE SONRA TÜRKÇE ÖĞRENDİ

2007’de eski başbakanlardan Benazir Butto suikastte öldürüldüğü zaman, büyük olaylar oldu, her taraf karıştı, şehirde bombalar patladı. O sırada eşlerimiz şehir dışında bir programa gitmişlerdi ve Türk kadınlar olarak şehirde yalnızdık. 3 kadın çocuklarla aynı evde bir araya gelmiştik. Bir arkadaşımızın mide rahatsızlığı başladı. O telaş içinde bir velimizi aradık. Bütün tehlikelere rağmen gelip bizi hastaneye götürdü. Ben o velinin İngilizce bildiğini sanıyordum, önceki konuşmalarımızdan. Bizimle çatpat konuşuyordu. Zamanla İngilizce öğrendikçe onun da İngilizce bilmediğini, bizimle konuşabilmek için öğrenmeye çalıştığını fark ettim. Sonra Türkçe öğrenmeye de çalıştı. Bizimle irtibat kurabilmek için onlar da çok gayret sarf ettiler.

Orta okulda öğretmen eksikliği sebebiyle erkek öğrencilerin derslerine de giriyordum. Bir gün 7. sınıfa girerken çocuklardan birine göz kırparak “Naber, nasılsın?” dedim. Mimiklerimi çok kullanırdım. Çocuklar bunu görünce şaşırdı, “Aaa!” yaptılar, olay oldu sınıfta. Şaşırdım ama Türkiye’de bunun kötü bir anlamı olmadığını, sevdiğimiz insanlara samimiyet ifadesi olduğunu izah edip konuyu kapattım. Dersten sonra öğretmenler odasına inince arkadaşlara “Ben 7. Sınıfta böyle göz kırptım, bunun anlamı nedir?” diye sordum. Herkes yine “Ooo!” yaptı. Meğer oradaki anlamı bizdekinden çok farklıymış. Bunları gerçekten onların bizi kabul ettiklerini ifade edebilmek için anlatıyorum. Her şeyimizle kabullenip bağırlarına bastılar.

İlk gittiğimde çocukların ismini telaffuz edemiyordum. Hepsine isminin Türkçe telaffuzunu öğrettim. Mesela çocuğun ismi Jeveria, bunun Türkçesi Cevriye, “Bundan sonra sen Cevriyesin!” dedim. Çocuklar bunu kabul etti. İsmini sorduğumda benim söylediğim ismi söylüyordu. Bu normal bir şey değil, herkes kabul etmeyebilirdi. Çocuklar sınav kağıtlarına da böyle yazdılar. Sınav sonuçlarını bilgisayara gireceğim zaman hangi isim hangisiydi diye arıyordum bu sefer de. 😊

Devam edecek…

***

İkinci Bölüm: Türkçe öğretmeni Ayşegül Karahan (2): Çocuklarımın Pakistan’da büyümesini istiyordum

Hey Merhaba 👋 Tanıştığımıza memnun oldum.

Yeni içeriklerden haberdar olmak istiyorsanız

Spam yapmıyoruz! Daha fazla bilgi için gizlilik politikamızı okuyun

0 Comments

No Comment.